Sayfalar

6 Aralık 2011 Salı

KENTSEL REKABET ve MARKALAŞMA


Rekabet sadece ürünler ve firmalar arasında gerçekleşmez.
Ülkeler ve şehirler de birbirleriyle rekabet eder.”
Philip Kotler


Küreselleşme süreci ile birlikte kapitalizmin mekânsal dönüşümüne bağlı olarak bölge ve kentlerin dünya ekonomisinin bir alt sistemi olarak etkinliği ve önemi artmıştır. Bu süreç içerisinde dünyada sanayinin küresel olarak örgütlenmesi dönüşüme uğramaktadır. Dünya sanayi üretiminde gelişmekte olan ülkelerin payı artarken tüm dünya küreselleşme ve yerelleşme çelişkisi içinde birleşik olarak değişmektedir. Örneğin Global Metro Monitor raporunda yayımlanan verilere göre ekonomik değer ve istihdam bakımından dünyanın en büyük 150 kent ekonomisi 53 ülkede bulunmaktadır. 2007 yılında Dünya GSMH’nin % 46’sı bu 150 kent tarafından üretilirken ile dünya nüfusunun % 12’ye yakın kısmı da bu kentlerde yaşamaktadır. (The Brokings Institution; 2010:9) Bu dönemde kentler yatırımları çekebilmek, turizm faaliyetlerinin merkezi haline gelebilmek için birebirleriyle küresel ölçekte kıyasıya rekabet etmeye başlamışlardır.Kentler bir çekim merkezi haline gelebilmek için sahip oldukları taklit edilme olanağı zayıf olan kaynak ve özelliklerini ön plana çıkararak bir rekabet stratejisi geliştirmeye başlamışlardır. Uluslararası turizm pazarı, ülkelerin pazar paylarını koruma ya da arttırma amaçları için yoğun çaba gösterdikleri önemli bir ekonomik girdi kapısı haline gelmiştir. Günümüzde Turizm, ülkelerin kalkınmasında artık çok daha önemli bir rol oynamaktadır. Ülkeler bunun için, gerek hükümetler düzeyinde gerekse yerel yönetimler düzeyinde turizm stratejileri geliştirmektedirler. Kent pazarlaması kavramı da söz konusu stratejilerin etkinliğinin arttırılması açısından oldukça önemlidir. Belirli destinasyonların ayırt edici özelliklerinin ön plana çıkartılarak, potansiyel hedef pazarlara ya da pazar bölümlerine sunulması, günümüzde yaygın olarak kullanılan bir “kent pazarlaması” stratejisidir Belirli destinasyonların ayırt edici özelliklerinin ön plana çıkartılarak, potansiyel hedef pazarlara ya da pazar bölümlerine sunulması, günümüzde yaygın olarak kullanılan bir “kent pazarlaması” stratejisidir. Artık şehirlerde kaynaklarını daha etkili kullanmak, yaranabilir mekânlar yaratmak, cazibe merkezi haline dönüştürebilmek amacıyla pazarlamayı kullanmaktadırlar. Küresel rekabet ortamında giderek küresel sistemin bir alt unsuru haline gelen kentler için temel amaç daha fazla ilgi çekmek ve turizm faaliyetleri ve sinai ve hizmet yatırımları bakımından tercih edilebilir olmaktır. Yani şehre ziyaretçi sayısını artırmak, yatırım isteklerini teşvik etmek ve şehirde oturanların sorunlarını anında çözümleyecek hizmet sektörlerinin varlığı yoluyla değer oluşturmak anlamına gelmektedi Bu kapsamda fikrilerin, sermayenin ve yerel bilginin yeni kaynakları yerel politikaların uygulanmasına yönelik olarak harekete geçirilmektedir.Bu anlamıyla kent pazarlaması özel sektör ile işbirliği ahinde sürdürülen kamu planlamasına stratejik bir yaklaşım olarak düşünülebilir.Kent pazarlaması, kente yönelen yatırımların ve turizm faaliyetlerinin arttırılması yanında, kent toplumunun gelişmesi, yerel kimliğin güçlenmesi ve dışlanmışlığı engelleyecek toplumsal güçleri harekete geçirilmesi amacıyla kentin rekabetçi üstünlüğünün tesisi olarak anlaşılabilir (Kavaratzis,2004:70). Kentlerin kültürel varlıkları ve tarihlerine,doğal özelliklerine,sahip oldukları özgün ürünlere ve yetkinliklere dayanarak marka kent olmak için caba harcamaya başlamışlardır. 1990’ların başında ağırlık kazanan marka kent kavramı da, markalaşması hedeflenen kentin öncelikle kendi halkına, daha sonra da küresel alanda tüm bireylere daha iyi şartlar sunması amacına yönelmektedir. Bu bağlamda, bir kent, uluslararası platformda bir ya da birkaç alanda en bilinen olmak, tercih edilmek, markalaşmak istiyorsa, öncelikle kendi sınırları içinde yaşayan insanlar için yeterli olabilmeli, ekonomik, kültürel, sosyal açıdan tüm açıklarını kapatabilmelidir. Gelişme açığını kapatan bir kent, daha sonra, dünyadaki yatırımcıları, girişimcileri ve turistleri kendisine çekmek için markalaşma faaliyetlerini sürdürür. Kent pazarlaması kavramı da söz konusu stratejilerin etkinliğinin arttırılması açısından oldukça önemlidir. Ekonomik ve sosyal gelişmede İnsanların tasavvur gücünü en büyük ve önemli kaynak olarak gören “yaratıcı kent” kavramı, marka kentler oluşturmak için söz konusu kaynağa nasıl yatırım yapılabileceğinin cevaplarını içermektedir (Florida,2002).


Kaynaklar:

Florida R L, (2002), The rise of the creative class and how it's transforming work, leisure, community and everyday life Basic Books, New York.

İlgüner, Muhterem ve Asplund, Christer (2011), Marka Şehir, 1. Basım, Markating Yayınları, İstanbul.

Kavaratzis, Michalis (2004), “From city marketing to city branding: Towards a theoretical framework for developing city brands” Place Branding ,Vol: 1, No:1, pp. 58–73

UNCTAD (2008), Creative Economy Report.

28 Temmuz 2011 Perşembe

Kurumsallaşmış Bir Rant Paylaşım Süreci Olarak Futbol: Futbolun Oyunluğunu Polanyi Üzerinden Tartışmak


İnsanlar şimdiye kadar, kendileri hakkında, ne oldukları ya da ne olmaları gerektiği hakkında her zaman yanlış fikirlere sahip olmuşlardır. Sahip oldukları ilişkileri, Tanrı hakkındaki normal insan hakkındaki vb. tasarımlarına uygun olarak düzenlemişlerdir. Kendi beyinlerinin ürünleri, onları yaratan beynin üstüne çıkmıştır. Yaratıcılar kendi yarattıkları şeyler önünde secdeye varmışlardır. Öyleyse onları, boyunduruğu altında ezildikleri kuruntulardan, fikirlerden, dogmalardan, hayali yaratıklardan kurtaralım. Fikirlerin egemenliğine karşı başkaldıralım.”
Marx ve Engels “Önsöz-Alman İdeolojisi”



İnsanı özgürleştiren bir toplumsal etkinlik olarak oyun, yaşamın varolan gerçekliğini anlamlandırmasını ve bunun ötesinde farklı bir dünyanın vurgusuna da sahip olmasını sağlar.. Diğer tafradan oyun aslında sömürülen kitlelerin varlığı sonucu üretilen artı ürün sayesinde hakim sınıfların sahip olduğu boş zamanı değerlendirme biçimidir.Egemen sınıfın sınıfsal ayrıcalığının bir göstergesi olarak spordan farklı olarak aslında üretici sınıfların izleyici olarak katılarak boş zaman geçirme biçimlerinin egemen sınıfın ideolojik hegemonyasını yeniden üretecek biçimde belirlendiği spor gösterileri tarihsel olarak sınıflı toplumlarda var ola gelmiştir.Zenginler bireysel boş zamanlarını golf tenis kayak gibi ‘asil’ sporlarla geçirirken, kitlelere kendilerini zengin kulüp başkanları ile eşitlik yanılsaması içinde konumlandırdıkları futbol kalmaktadır.Roma döneminin büyük arena sporlarının yerini günümüze futbol almış ve kitleleri kontrol etmenin bir aracı haline gelmiştir.
Kapitalizm, , oyunun olumsallıklarını ortadan kaldırarak, oyunu endüstriyelleştirir ve iktidarın kurgusunun ürünü olan yabancılaşmış onu kitleleri sisteme bağlayan tüketim kültürünü yeniden üreten gündelik pratiklere dönüştürür. Emek zamanını denetim altında tutan sistem, boş zaman zerinde de hegemonya kurarak toplumsal öznelerin tüm gündelik pratiklerini belirlemeye çalışır.(Çoban,2008) Dinin Marx’ın deyişiyle “ruhu olamayan bir toplumun ruhu haline gelmesi” biçiminde futbol da acı fedakârlık, topluluk ruhu ve yaratıcılık gibi değerleri savaşa tahammül edebilme gücü vermiştir. Futbolun kimi temel esaslarının ve iletişimsel özelliklerinin, proleter kitlelerin belirli kültürel yöntemleriyle yakınlık içinde oluşu da bundandır. Kapitalizmin kar oranları arttıran bir ekonomi alanı aynı zamanda kitleleri ideolojik hegemonya alanına çeken bir hakikat dünyası bunların yanında kenar mahalle gençlerinin sınıf atlama alanı azgelişmiş toplumların ise mili direncidir. Futbol ulaştığı her yerde o yerin şeklini alabilme yeteneğine sahip bir oyun olmuş, nereye gittiyse o yerin kültürel ve toplumsal özellikleriyle kaynaşabilmiştir.
Futbol bir oyun olarak ortaya çıktıktan sonra tarihsel olarak kitleselleşti, boş zaman geçirme pratiklerinin en önemli aygıtı oldu ve bu nedenle futbol sadece bir oyun olmaktan çıkıp, medyanın eğlence sektörüne eklemlenen, devasa paraların döndürüldüğü, egemenlik ilişkilerinin kendini yeniden ürettiği bir alan haline dönüşmüştür. Futbol tüketim endüstrisinin ihtiyaç duyduğu müşteri kitlesine hitap etme yeteneği en yüksek spor dallarından biri olarak bir endüstri haline gelerek televizyonun yarattığı yeni imkanlarla birlikte tümüyle küreselleştiğinin ve futbolun artık yalnızca bir oyun olarak düşünülemeyeceği, futbolun aynı zamanda bir “is” ve büyük bir kitlesel fenomen haline dönüşmüştür. (Demirer,2010) Endüstriyel futbol olarak tanımlanan bu dönem içinde futbolun kendisi bir meta olmasının ötesinde futbol bahis gibi para kazanma yollarına kaynaklık ederek hızla mafyalaşma sürecine girmiştir.
Kapitalizm temel olarak piyasa kültürü üzerine inşa edilmiş bir kurumlaşmış formasyon olarak ekonominin farklı kurumlaşma tarzlarını görünmez kılmıştır. Ekonomiyi kurumlaşmış bir süreç olarak düşündüğümüzde kaçınılmaz olarak bu kurumsallaşma tipolojilerini ortaya koyan Karl Polanyi ye bir göz atmamız gerekecektir. Polanyi ekonomiye kültürel bir yaklaşım ortaya kayarak ekonominin toplum ve kültürün içine “yerleşmişliğini (embeddedness)” vurgulayan kurumlaşma biçimlerine dikkati çeker. Polanyi'ye göre, ampirik ekonomilerin nasıl kurumlaştığını incelerken, temel soru bu yapıda birlik ve kararlılığın nasıl sağlandığıdır. "Bütünleştirme Şekilleri" olarak tanımlanan bu kalıplar ekonomilerin toplumsal yapı içinde kurumlaşma tarzları olarak tek tek veya çeşitli bileşimler halinde ekonomik yapının kalıcılığını sağlarlar. Bu kalıplar “karşılıklılık (reciprocity), yeniden dağıtım (redistribution) ve mübadele (exchange)” olarak Polanyi tarafından ortaya konulmuştur (Polanyi,2008).

“Ampirik ekonomilerin nasıl kurumlaştığı hakkında bir çalışma, ekonominin bütünlük ve kararlılık kazanmasının yoluyla, diğer bir deyişle, parçalarının karşılıklı bağımlılıklarını ve tekrarlanmalarını [oluşturan] yolla işe başlamalıdır. Bu, bütünleştirme biçimleri diyebileceğimiz çok az sayıdaki kalıbın bileşimi ile elde edilir. Bunlar, değişik seviyelerde ve ekonominin değişik sektörlerinde, yanyana ortaya çıktıkları için, bunlardan birini, ampirik ekonomileri bir bütün olarak sınıflandırmak amacı ile başat olan biçim diye seçmek çok kere olanaksız olabilir. Ama gene de, bu biçimler, ekonominin sektörleri ve düzeyleri arasında bir ayırımı olanaklı kılarak, ekonomik süreci oldukça basit terimlerle betimleme aracı sağlar ve böylece ekonomik sürecin sonsuz çeşitliliğine bir düzenlilik ölçüsü getirir. Ampirik olarak, esas kalıpların karşılıklılık yeniden dağıtım ve mübadele olduğunu görürüz. Karşılıklılık, simetrik gruplandırmaların mütekabil noktaları arasındaki hareketleri ifade eder; yeniden dağıtım, önce bir merkeze, sonra bu merkezden dışarıya doğru sahiplenmeyle ilgili hareketlere tekabül eder; mübadele ise, burada bir piyasa sisteminde taraflar arasında yer alan iki yönlü hareketlerin ifadesidir. Dolayısıyla, karşılıklılık, arka-planda simetrik olarak düzenlenmiş gruplandırmaları varsayar; yeniden dağıtım, grup içinde belirli bir ölçüde merkeziliğin varlığına dayanır; mübadele ise, bütünlük sağlayabilmek için, bir fiyat-belirleyici piyasalar sistemi gerektirir. Değişik bütünleştirme kalıplarının, belirli kurumsal destekler varsaydığı açıktır”(Polanyi,1957)

Polanyi kapitalizmde piyasayı öne çıkaran temel unsurun bu ekonomik formasyonun piyasa ilişkileri içinde yükselişe geçen bir tarihsel dönüşümün ürünü olmasına bağlamaktadır. Polanyi’ye göre, piyasa toplumunun ortaya çıkışı, insanların gündelik yaşamlarını sürdükleri kültürel alan ile ekonomik alanın birbirinden ayrılmasına yol açmıştır. Daha önceki dönemde ekonomik alan kültürel yaşamın içine “gömülü (embedded)” durumdadır. Yalnız bu bölünme ve ekonomik alanın kendi başına bir ontolojik durum olarak ortaya çıkması yaşamını ve davranış kalıplarını değiştirdi oysa piyasa farklı kurumlaşma tarzlarından birisidir ve tarihsel olarak farklı kurumlaşma biçimleri de var olmuştur..Hatta kapitalizm içinde piyasa dışı ilişkileri anlamaya yönelik olarak bu farklı kurumlaşma biçimleri var olmaya devam edebilmektedir..Piyasanın gelişmediği azgelişmiş toplumsal formasyonlarda ya da geçiş ekonomilerinde bu tarzlar da ekonomik sorunun çözümünde eşdeyişle ne kadar ne ile ve kimin için üretilecek sorunu çözümünde karar alma sürecinin merkezinde yer alabilmekte ve piyasası ikame edebilmekte ya da tamamlamaktadır.
Parasal rantın olduğu her yer bu rantı paylaşmaya yönelik “karşılıklılık” temelinde kurumlaşmış ekonomik ağların olması kaçınılmaz olmakta mafyalaşma denilen süreç hızla gelişmektedir. Ancak bu süreçte vurgulanması gereken mafya olarak adlandırılan formasyonun neliğine yönelik olarak çıkmaktadır. Çünkü burada vurgulanması gereken sadece silahlı bir organize örgüt değildir. Vurgu rantı paylaşmaya yönelik olarak karşılıklık temelinde kurumlaşmış bir ekonomik yapıdır. Bu nedenle rahatlıkla bir dinsel cemaat de bu anlamda iktisat sosyolojisi açısından bu rantı paylaşmaya ya da paylaştırmaya yönelik bir sosyal ağyapı kurabilir ve farklı yeniden dağıtım ilişkilerini kullanarak bu rantı bölüştürebilir. Peki bu anlamda İslami milliyetçi (Türk İslam sentezi) unsurları barındıran bir sosyal yapıdan dinsel temelli cemaatsel yeni bir sosyal yapıya ekonomik süreçleri yönetme olanağı neden kaymaktadır.1 bu soru aynı zaman da yeni zamanlara yönelik bir ideolojik hegemonya ve hakikat rejimi inşasına yönelik tüm ideolojik aygıtların yeniden konumlandırılması ile ilgili bir soru olarak karşımızda doğmaktadır.
Yeni bir paylaşım alanı olarak futbolun cemaatsel kontrole geçmesi hem bu pastanın mali boyutunu paylaşılması hem de ,ve belki bundan da daha önemli, bir ideolojik hegemonya biçimi olarak yeniden konumlandırılması ile açıklanabilir.Sıranın futbola gelmiş olması aslında futbolun toplumsal yapının yeniden üretim alanı içindeki kitle ruhunu ve fikrini biçimlendiren yeri ile ilgili olmakta ve futbolun egemenlik ilişkilerini yeniden üreten hegemonya oluşturma sürecine katkı sağlayan kanallarını orta koymayı zorunlu kılmaktadır.

1.Özellikle futbolda oluşan rantın bölüşüm sürecinde farklı yapının rolü ve işlevleri konusunda şu kaynak önemlidir. Kılıç Ecevit (2006) Politik Goller: Futbol ve Siyaset, Güncel Yayıncılık, İstanbul

Kaynaklar:

Çoban B.2008, “Futbol ve toplumsal muhalefet” İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 26 Kış-Bahar s.59-88

Demirer T (2010) “Futbolun Ekonomi-Politiği” Devrimci Demokrasi, No:179, 1-16 Temmuz
http://www.atik-online.net/2010/07/12/futbolun-ekonomi-politigi/

Kılıç Ecevit (2006) Politik Goller:Futbol ve Siyaset, Güncel Yayıncılık,İstanbul

Marx Karl Friedrich Engels (2004) Alman İdeolojisi [Feuerbach] Çev: S.Belli, Sol Yay. Ankara

Öztan G. (2005) “Türkiye'de Futbol ve Sınıf Bilinci” TÜSAM'ın düzenlediği 2. Sınıf Çalışmaları Sempozyumu, Kasım,2005
http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=4760

Polanyi K (1957) "The Economy as Instituted Process." Trade and Market in the Early Empire, edited by Karl Polanyi, Conrad M. Arensberg, and Harry W. Pearson, 243-270. Glencoe, Ill.: The Free Press, .

Polanyi,K. (2008) Büyük Dönüşüm-Çağımızın Siyasal ve Ekonomik Kökenleri, çev. Ayşe Buğra,7. baskı, 2008, İletişim Yayınları

Yalçıner S. (2011) “Futbol: Soylu Rekabetten Rant Kavgasına” Sol, 06.07.2011 -
http://haber.sol.org.tr/yazarlar/selim-yalciner/futbol-soylu-rekabetten-rant-kavgasina-44249





27 Nisan 2011 Çarşamba

Teknolojik Gelişmenin Yörüngeleri Üzerine:Yol Bağımlılığı ve Kilitlenme Sorunu:


Evrimci iktisadın neo klasik iktisattan ayrıştığı temel bir noktada sürecin dinamik yapısını oluşturan zaman kavramının niteliği üzerinedir. Bu tarihsel zaman vurgusu kurumsal değişmeleri içren bir “tersinmez”* bir zamansal/tarihsel dönüşüm olgusunu ortaya koymaktadır. Bu dönüşüm/değişim Hegel’in kullandığı “Minerva’nın Baykuşu” metoforu bağlamında “önceden öngörülemez ancak daha sonradan analiz edilebilir” bir değer kalıbına (paradigmaya) bağlı olarak kendine bir yön bulmaktadır. Teknolojinin doğası aslında geniş bir tanımlama ile bilime benzer bir şekilde karakterize edilebilir. Özellikle teknolojik paradigma ya da araştırma programı Kuhn tarafından önerilen bilimsel paradigma ya da araştırma programı ile benzeşen bir rol üstlenmektedir. Kuhn göre, normal bilim dönemi olarak adlandırılan istikrar dönemini, bir kriz dönemi kesintiye uğratır ve bu kriz dönemi bilimsel devrimin ortaya çıkmasına neden olara yeni bir normal bilim döneminin açılmasına olana tanır. Mevcut bilimsel paradigma, bilim adamları tarafından paylaşılan kurallar, standartları ve bilimsel araştırma yöntemlerini tanımlar ve araştırma geleneğinin sürdürülmesi için bir uzlaşma ortamı yaratır. Bu yaklaşım tarzı aslında teknolojik gelişme sürecinde meydana gelen sürekli ve kopuk gelişme biçimlerini modellemektedir. Teknolojik değişme genellikle bir teknolojik paradigma tarafından belirlenen bir teknolojik yörünge boyunca süreklilik gösterirken, teknolojik değişme sürecindeki kopuşlar bir teknolojik paradigma değişikliğine işaret etmektedir. (Dosi,1982:148) Bu teknolojik paradigma içinde mevcut teknolojik problemlerin çözüm pratikleri gelişir ve paradigmaya bağlı olarak şekillenen belirli ilkeler sorun çözme rutinleri belirleyerek teknolojik gelişmeye yön verir. Teknolojik yörünge paradigma belirlendikten sonra paradigmanın içinde oluşan teknolojik yapı gelişme gösterecektir. İşte bu teknolojik gelişme örüntülerine teknolojik yörünge** adı verilmektedir. Teknolojik rejim seçilim çevresine bağlı olmanın yanında belirli endüstrilerde meydana gelen gelişmenin belirli örüntülere göstermesine neden olmaktadır.Özellikle piyasaya belirleyici rol atfeden inovasyonun tek yönlü açıklayan modeller bu tip teknolojik paradigma değişmelerinin nasıl meydana geldiğini açıklamaktan uzaktırlar. Çünkü bu tip bir paradigma değişmeleri bilimsel ilerlemeler, ekonomik faktörler, kurumsal değişkenler ve mevcut teknolojik yolun bünyesinde meydana gelen çözülmemiş problemlerin birbirleriyle kurduğu karmaşık bir etkileşimin sonucu olarak meydana gelmektedir (a.g.e 148).
Ekonomik olgular ya da süreçler homojen uzay ya da zamanda gerçekleşen olarak değil de birçok kesikli zaman ve uzay bağlamında gerçekleşen şeyler olarak anlaşılmalıdır. Neo klasik yaklaşımda kullanılan zaman kavramı ise mantıksal zaman eşdeyişle Newtongil anlamda zaman kavramıdır.Bu zaman kavramında homojenlik,matematiksel süreklilik, ve durağan nedensellik vardır.Bu nedenle mantıksal zaman algısında bir günle diğerleri arasında bir fark yoktur ve aslında zamna durağandır.Evrimci iktisadın tarihsel zaman kavramında ise zaman gerçek ve devingendir ve bu zaman da matematiksel süreklilik yerine dinamik devamlılık ,hetorojenlik ve nedensel etki vadır (Eren,1994:62-63) . Tarihsel bağlam yalnızca zamana vurgu yapmamakta bunun yanında olgunun zamana bağlı doğası üzerine de düşünmeye teşvik etmektedir. Özellikle vurgulanmalıdır ki buradaki mekân yalnızca maddi yapısı ile değil bunun yanında farklı kültür ve kurumları da içerecek şekilde tanımlanmaktadır (Liu 2009:15). Schumpeter’in de vurguladığı gibi ekonomi tarihsel bir süreç içerisinde evrilerek ilerlemektedir ve bunun anlaşılması iktisadi analizin sağlıklı yapılabilemsi için bir gereklilik olamkatadır. “Yeterli bir miktarda tarihsel anlayışa, tarihsel olgulara yeterli bir bağlılığa ya da tarihsel deneyimleri nasıl tanımlanabileceği bilgisine sahip olmayan hiç kimse bugünün de dâhil olduğu herhangi bir ekonomik dönemi anlamayı ummamalıdır (Schumpeter,1954).”

Neokalsik yaklaşım ile evrimci iktisat yaklaşımı gelişme olarak evrim kelimesini farklı anlamlarda kullanmaktadırlar.Neoklasik yaklaşım aşamalı ve öngörülebilir bir değişim sürecine işaret ederken evrimci iktisat geleneği bundan farklı olarak evrimi mutasayon ve seçilim dinamikleri tarafından belirlenen öngörülemez ve kopuşlar içeren bir değişim süreci olarak ele almaktadır.Bu kopuş ve ilerleme bütenselliğinin altında yatan ise inovasyon sürecinin Moykr da işaret ettiği farklı etki mekanizmaları olmaktadır.Mokyr’a göre ekonomik evrim makro inovasyonlar (büyük çaplı teknolojik değişmeler yaratan radikal inovasyonlar) ile mikro inovasyonlar (mevcut teknoloji ile ilgili küçük iyileşmeler) ile karakterize olan çok boyutlu bir değişim sürecidir.(Pol ve Carrrol:2001:9) İşte bu değişim sürecinin çelişkili ve bütünleşik yapısı teknolojik değişmenin süreklilikler yanında kopuşlara içermesine ve teknolojik gelişmenin nihai sonucunun exante olarak öngörülememesine neden olmakatdır.

Neoklasik ekonomik anlayışa göre piyasa mekanizması her zaman için en etkin teknolojilerin endüstrilerde kullanılmasına neden olacaktır. Oysa günümüzde kullanılan tüm teknolojilerin etkin ve optimal bir tercihe göre şekillendiğini öne sürmek olanaklı değildir.
Evrimci iktisadın teknolojik gelişme yaklaşımında ise değişimin gerçek zaman boyutu ve tersinmezliği “yola bağımlılık” metaforu ile açıklanmaktadır. Yol bağımlılığı; optimal ve etkin olmayan teknolojilerin endüstrilerde egemen olması, artan getirilere bağlı olarak giderek standart hale gelerek zamanla bu etkisini ağyapı dışsallıklarına bağlı olarak genişletmesi ve nihai olarak kalıcı hale gelmesi ile ortaya çıkmaktadır. (Stack ve Myles ,2003:488) Yol bağımlılığı olgusu ekonomik gelişmenin dinamik yapısını açıklarken tarihsel süreçlerin oynadığı role vurgu yapmaktadır.Ekonomik çevrenin uzun dönemli davranışları,kısa dönemli faktörlerden etkilenmektedir.(Darluf,1998:8) Paul David (1985),bu süreci şu şekilde ifade etmektedir

“Yola bağımlı (path dependent) bir iktisadi olaylar dizisinde, nihai sonuca etki eden faktörler, sistematik güçlerden daha ziyade şans eseri ortaya çıkan olayların bütün süreci yönlendirmesi yoluyla ortaya çıkar. Bunun gibi rastgele süreçlerde sonuç, sabit bir noktaya doğru otomatik olarak yönelmez ve bunlara ergodik olmayan süreçler denir. Bu şartlarda, ‘tarihsel hatalar’ ne göz ardı edilebilir, ne de iktisadi analiz amacıyla karantina altına alınabilir; dinamik sürecin kendisi esasen tarihsel bir karaktere bürünür.”

Yola bağımlılık olgusunun altında yatan etki artan getiri ya da Brain Arthur’un tanımlamasıyla pozitif geri beslemedir.(Arthur,1990) Arthur’un 1979 da yazdığı gibi evrimci metaforları kullanan yeni iktisat öncelikle artan getirilere ve dışsallıklara odaklanmalıdır.Yeni iktisadın konusu olan ekonomi;yola bağımlı ,karmaşık,evrim içinde açık ve organik bir ekonomidir.(Waldrop,2003:41)

Artan getirilerin mevcut olduğu bir ortamda, görünüşte önemsiz rassal tarihsel olaylar, teknolojik gelişmenin belirli yönde evrimleşmesine neden olarak kilitlenme (lock- in) olgusunu ortaya çıkartmaktadır.

Tüm bu unsurlar bir araya gelerek teknoloji kilitleneme olgusunu ortaya çıkartarak, teknolojik gelişmenin evriminin belirli bir yola bağımlı olarak gelişmesine neden olmaktadır. Yola bağımlılık olgusu 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren Brain Arthur ve Paul David’in çalışmalarıyla popülerlik kazanmıştır. Paul David etkin olmayan bir teknolojinin endüstride yaygılık kazanması konusunda QWERTY klavye örneğini vermektedir. Bugün bilgisayarlarda da yaygın olarak kullanılan Q klavyenin gelişimi 1867 yılında Christoper Latham Sholoes’in daktilolunun patentini almasıyla başlamıştır. Bu ilk daktilolarda hızlı yazıma bağlı olarak sıkışma problemi otaya çıkınca klavye düzeni yazma işlemini yavaşlatacak tarzda yeniden tasarlanmıştır. Bu yeni tasarım Q klavye kullanımı giderek yaygınlaşmış, ağyapı dışsallıkları ve artan getirilere bağlı olarak Q klavye kullanıcısı artıkça hızlı yazımı engellemek için tasarlanan bu düzenek sıkışma problem ortadan kakınca bile endüstride egemenliğini sürdürmüş ve klavye standardı başlangıçtaki bu rassal tarihsel olaya bağlı olarak şekillenmiş yola bağlı bir evrim geçirmiştir.

Standart statik analizdeki, sistem uyumluluğunda sosyal olarak optimal dereceye ulaşma sürecinde araya gireceği söylenen dışsallıkların varlığına rağmen, mükemmel piyasaların yokluğundaki rekabet sanayiyi zamansız bir şekilde yanlış sistem üzerine standardizasyona itti – burada merkezi olmayan karar verme süreci daha sonra onu tutmak için yeterli oldu. Bu tür sonuçlar çok egzotik değil. Bu tür şeylerin olması sadece güçlü teknik olarak birbirine ilgililik, ölçek ekonomileri ve öğrenim ve alışkanlık yüzünden geri dönüşmezliklerin varlığında mümkün gözükür (David,1985).”


Diğer bir örnek Brain Arthur’un verdiği VHS ve BETA video kaydedici teknolojileri arasındaki rekabettir. BETA daha küçük ve daha kullanışlı bir teknoloji olmasına rağmen daha az etkin olan VHS teknolojisi tarafından ortadan kaldırılmıştır. Video kaydedicilerin VHS olarak yaygınlaşması kaset kiralayıcıların artan getirilere bağlı olarak VHS kasetleri depolamasına nden olmuş, VHS kaydediciye sahip olmanın sağladığı ağyapı dışsallıkları sonucu VHS kaydediciciler tüketiciler ararında hızla yaygınlaşmış bu pozitif geri beslemelere bağlı olarak VHS teknolojisi daha az etkin olmasına rağmen endüstride egemen olmuştur.( Arthur, 1990 )



Notlar:
* Tersinmezlik problemi temel tersinir fizik yasalarının karşıtı olan bir durumu işaret etmektedir.Temel mekaniz fizik yasaları tersinir bir karakter göstermektedirler .Eşdeyişle yalıtılmış bir parçacık sisteminde t zamanı boyunca sistem gelişmeye bırakıldıktan sonra tüm parçacıkların hızları tam olarak tersine çevrilirse ve sistem yeniden t zamanı kadar gelişmeye bırakılırsa sistem bütün hızların tersine çevrildiği başlangıç ananındaki orijinal sisteme dönüşür ve bu sürece tersinir süreçler adı verilemektedir (Bricmont,2009:145).Bu durumda tarihsel bir zaman sürecinde yaşananlar tersinmez bir karakter taşır ve sistem bir daha hiçbir zaman başlangıç koşullarına dönemez.
** Teknolojik değişimim geçiş süreci belirtildiği üzere stokastik ve öngörülemez bir tarzda gerçekleşmekte ise Prigogine ve Stanger’in kaotik dinamik sitemler için belirttiği ana teze göre yörünge kavramı terk edilmeli ve olasılıklar kümesi ile yer değiştirilmelidir. Çünkü Prigogine nin belirtiği gibi “Dolayısıyla mikroskopik belirlemelerimizden yörünge nosyonunu çıkartmalıyız. Bu gerçekten realist bir betimlemeye karşılık gelir.Hiçbir ölçüm ,hiçbir hesaplama bir noktaya tek bir yörüngenin düşünülmesine kesinlikle götürmez.Her zaman bir yörüngeler kümesiyle karşılaşacağız”(Bricmont,2009:143).Bu yörüngeler kümesi gelişminin önceden belirlendiği biçimde değil fakat , dönüşümün süreç içerisindeki farklı aktörlerin etkileşimi sonucu olası herhangi bir yörüngeye kitlenerek meydana geldiğini de göstermektedir




Kaynaklar:
Arthur B. (1990) “Positive Feedbacks in the Economy” Scientific American, 262, 92-99
Brigmont J. (2009) “Kaos Bilimi mi Bilimde Kaos mu?”( çev:S.Güneyli) Teori ve Politika ,Yaz 54 ss:137-157
Darluf (1997) “What should Policy Makers Know About Economic Complexity” Washington Quarterly
David, P. (1985) "Clio and the Economics of QWERTY," American Economic Review, vol. 75(2), 332-37, May.
Dosi G. (1982) “Technological paradigms and technological trajectories: A suggested interpretation of the determinants and directions of technical change” Research Policy Volume 11, Issue 3, June pp:147-162
Eren E.(1994) İktisatta Yöntem 4.B Ezgi Kitapevi, Bursa
Liu Z. (2009) “Bringing History into Evolutionary Economic Geography for a Better Understanding of Evolution” Papers in Evolutionary Economic Geography: 09.01 Utrecht University,
Pol Eduardo Peter Carroll (2004) Innovation Heterogeneity, Schumpeterian Growth and Evolutionary Theorizing, Faculty of Commerce Faculty of Commerce - Economics Working Papers
Waldrop M. (2003) Karmaşıklık:Düzen ve Kaosun Eşiğinde Beliren Bilim, (çev:Z Dicleli),Türk Henkel Dergisi Yay.İstanbul

7 Kasım 2010 Pazar

İKTİSATTA EVRİM DÜŞÜNCESİ:GELİŞİM VE DÖNÜŞÜM


İktisat Ve Evrim Metaforu:
Evrim kavramı zaman içinde gerçekleşen küçük ve sürekli değişmeleri tanımlamaktadır. Biyoloji açısında evrim türlerin zaman içinde değiştiği ve eski türlerden yenilerinin ortaya çıktığı bir süreçtir. 19. y.y. büyük evrimcileri Darwin ve Lamarck, paradoksal olarak, büyük yapıtlarının ilk baskısında evrim sözcüğünü kullanmamışlardır. Darwin “değişikliklerle türeyiş” (descent with modification) , Lamarck ise “transformizme” terimini kullanmıştır. Evrimi bugünkü anlamda kullanan ilk düşünür Spencer olmuştur. Spencer organik değişimi tanımlarken evrim sözcüğünü kullanmıştır. (Gould, 1998:20) . Lamarck’ a göre canlılar sürekli bir gelişim içindedir ve insan da bu gelişimin en yüksek ve en son aşamasıdır. Lamarck'in 19. yüzyılın başlarında öne sürdüğü bu düşünce evrim teorisinin ilk temel teorisi olmuştur Lamarck’a göre evrim yavaş aşamalar ile gerçekleşen ve birçok nesil geçtikten sonra yepyeni bir türün oluşmasına olanak tanıyan, ufak aşamaların zaman boyutu içerisinde birbirine eklenmesiyle gerçekleşen bir süreçtir. Lamarck’ın evrim yaklaşımında çevredeki yavaş değişiklikler canlılarda yeni ihtiyaçlar doğurur, bu ihtiyaçlar sonucunda canlıların hareketleri vücutlarında değişiklikler oluşturur ve bu değişiklik sonraki nesillere aktarılır. Buradaki temel vurgu canlıların çevrelerine uyum gösterirken kazandıkları değişikliklerin sonraki kuşaklara aktarılması üzerinedir.
Biyoloji ile iktisadın entelektüel işbirliği 19 yy kadar uzanmaktadır. Darwin Malthus’un 1798 tarihli “Nüfus Üstüne Bir Deneme” adlı kitabını okumuş ve doğal seçilim yaklaşımını geliştirirken bu eserden çok etkilenmiştir. Darwin doğal seçilim mekanizmasını evrimin temel yaratıcı gücü olarak tanımlar. Darwin ile Lamarck’ın evrim teorileri doğal seçilim bağlamında farklılaşır. Lamarck’ın yaklaşımında çevresel değişiklikler öncedir, bunlar canlıdaki değişime sebep olur. Darwin’de ise rasgele farklılaşmalar önce vardır, doğanın düzenleyici etkisi olan doğal seçilim sonra devreye girer. Darwinci evrim teorisine göre canlılığın devamı ve çeşitliliği doğal seçilimle sağlanır. Doğal seçilimin üç temel bileşeni bulunur: Genetik karakterlerin devamını sağlayan “kalıtım”, farklı karakterlerin popülasyondaki zenginliğini sağlayan “çeşitlilik” ve bu çeşitli karakterlerden doğadaki koşullara en uygun olanının hayatta kalmasını sağlayan “seçilim”. Darwin’e göre doğal seçilimin işleyişi üç aşamadan oluşur: (Gould ,1998:1)
Organizmalar değişir ve değişiklikleri kısmen kalıtımla yavrularına aktarırlar.
Organizmalar hayatta kalabilecek olandan daha fazla yavru yaparlar.
Ortalama olarak çevre koşullarına en uygun yönde değişiklik gösteren yavrular hayatta kalır ve ürerler.
Darwin’in evrim yaklaşımında belirtilmesi gereken en önemli unsur, evrimin amacının olmadığıdır. Evrim basitten karmaşığa doğru giden doğrusal ve ilerlemeci bir süreç değildir. Sosyal bilimlerde evrim düşüncesinin yayılmasına ön ayak olan Darwin’in çağdaşı Spencer’ın evrim düşüncesi bu noktada Darwin’in yaklaşımından ayrılır. Spencer’in evrim düşüncesinde amaca yönelme ve ilerleme fikri öne çıkmaktadır. Spencer da Malthus’u okumuştur ancak, Malthus’tan farklı olarak hayatta kalmanın yararlı ve gelişmenin motoru olduğunu belirtmiştir. Spencer hayvanlarda ve bitkilerde farklılaşmanın ilkelerini iş dünyasına uygulamıştır. Sosyal bir organizma olarak tanımladığı ekonomide ancak güçlü olan yaşamaya devam edecegini öne sürmüştür.(Skousen, 2007 :236) İktisatta evrim düşüncesinin önemine dikkat çeken Marshall “İktisatçıların Mekke’si ekonomik dinamikten çok ekonomik biyolojidir ” demesine rağmen evrimci bir iktisat teorisi geliştirmemiş, tam tersi Newtoncu mekanikten ödünç alınan denge metaforu etrafında bir iktisat kurmuştur.bunun yanında 20. y.y. iktisadını ve biyolojisini biçimlendirecek rekabet yoluyla ilerleme ve tedrici gelişme fikri Darwin ve Marshall’da ortak olarak bulunmaktadır. (Gowdy, 1997: 377)
İktisat teorisinin evrimci bir yolda ilerleyebilmesinin önünü açan en önemli iktisatçılardan biri Amerikan kurumcu iktisadının kurucusu Veblen’dir. Evrim fikrinden etkilenen ve neoklasik iktisadın mekanik analojiler etrafında kurduğu denge merkezli çözümlemesini eleştiren Veblen’in evrimci iktisat düşüncesine katkıları özellikle teknolojik değişimin anlamı üzerinedir. Veblen’ e göre iktisat teorisi; tarihsel, iktisadi, siyasal ve sosyal olayların içgüdüsel alışkanlıklara bağlı insan davranışları tarafından biçimlenen grup özellikleri tarafından belirlenir ve bu nedenle Darwinci bir sosyal evrim kuramı, sosyal ve iktisadi olgularla ilgilenirken değişimi anlamak için en uygun araçları sunmaktadır. (Demir, 1996:92) Veblen insanı doğada etkin bir varlık olarak tanımlayarak, onun teknik eylemini kurumsal ve toplumsal değişimin itici gücü olarak görmüştür(Gürkan, 2007:240). Veblen için kurumsal değişim ekonomik değişimin anlaşılması için temel çıkış noktasıdır.(Özveren, 2007:21) Düşünce alışkanlıkları olarak tanımladığı kurumları birbiri ile rekabet eden iki temel kurum olarak sınıflandırmıştır.

Geleneksel Kurumlar
Dinamik Teknik Kurumlar
Veblen; insan davranışlarının kökeninde içgüdülerin bulunduğunu savunmaktadır. Özellikle üç içgüdü toplumların evrimsel değişimine katkıda bulunur .(Demir,1996: 95)
Ekonomi ile ilgili mekanizmaları ortaya çıkaran, yeni yollar bulmaya, icatlar yapmaya neden olan ustalık içgüdüsü.
İnsanların karşılık beklemeden gelecek kuşakların iyiliğini düşünmesine olanak tanıyan ebeveynlik içgüdüsü.
İnsanların somut ödüller beklemeksizin bilgiye ulaşma eğilimlerini temsil eden aylak merak içgüdüsü.
Veblen kurumsal değişime odaklanan bakış açısı ve teknolojiye, kurumlar arasındaki ilişkiye vurgusu nedeniyle evrimci iktisat üzerinde etkili olmuştur. Veblenci bakışın kültürel gecikme (cultural lag) ,geleneksel kurumlar gibi kavramları evrimci iktisadın firma teorisinin söz dağarcığını etkilemiştir.(Gürkan, 2007:240)
Spencer’in amaca yönelik evrim yorumu özellikle 1950’li yıllarda neoklasik iktisatçılar arasındaki rekabetçilik ve etkinlik ilişkisinden temellenen tartışmalar üzerinde de etkili olmuştur. Alchian(1950) ve Friedman (1953)’e göre piyasa rekabetinin yaratığı evrimci süreç firmaların karlarını ençoklaştırmaları üzerinde etkili olmaktadır. Piyasa rekabeti sonucu kar ençoklaştırması yapan, etkin firmalar yaşamaya devam etmekte ve diğerleri yok olup girmektedir. Evrimci süreç firmaları etkinleştirme amacını gerçekleştirmektedir. Öz olarak, Spencer’in rekabet yoluyla ilerleme fikri ve güçlünün yaşaması ilkesi geleneksel iktisat teorisinin temelini oluşturmaktadır.
Avusturyalı İktisatçıların belirsizlik üzerine yaptığı vurgular, teknoloji geliştirme sürecinin yarattığı belirsizlikle ilgilenen evrimci iktisatçılar üzerinde etkili olmuştur. Shackle gelecekle ilgili kararların alınırken ajanların belirsizlikle karşı karşıya olduklarını vurgulamaktadır. Bu nedenle yapısal belirsizlik ortamında, değişen çevre şartlarına uyum gösterebilen seçilmiş firmalar yaşamaya devam edebileceklerdir.(Magnusson, 1993:3) Shackle, oluşum içindeki zaman kavramı ile hafıza ve tahayyülü içinde barındıran, geçmişten tecrübe aktarımını ve gelecekten beklentileri içeren bir zaman anlayışı önermektedir. (Alada, 2000: 104) Bu belirsizlik vurgusu ve zaman anlayışı evrimci iktisadın firma yaklaşımının gelişiminde etkili olmuştur. Hayek ise özellikle grup seçilimi olgusuna ilgi göstermiştir. Daha iyi kurallar geliştirerek uyum sağlayan grubun birey sayısı diğer grubun birey sayısına göre daha hızla artar. Grubun üyelerinin artmasına bağlı olarak artan işbölümünün sonucu olarak grup karmaşıklaşır. Ancak grubun seçilimi grubun üyeleri öyle istedikleri ya da öyle tasarladıkları için değil, grup üyelerinin etkileşimleri sonucu gerçekleşir.(Langlois ve Everet, 1993:16) Bu eşgüdümü sağlayan ve “kendiliğinden düzeni” (spontaneous order) ortaya çıkaran piyasa mekanizmasıdır. Hayek, bu kendiliğinden düzen fikri nedeniyle, karmaşık uyabilen sistem yaklaşımının öncülerinden biri olarak kabul edilmektedir. (Foster ,2005: 878)

Schumpeter’in Mirası:
Schumpeter’in “Theory of Economic Development “ adlı kitabı evrimci iktisat yaklaşımının ortaya çıkmasında son derece etkili olmuştur. Almanca ilk baskısı 1911 yılında yapılan bu çalışma Schumpeter’in kapitalizmin gelişme dinamiklerine ve teknolojiye bakış açısının çatısını oluşturmaktadır. Schumpeter evrim terimini kullanmamakla birlikte kapitalist ekonominin gelişme dinamiklerini evrimci, gelişmeci bir teorik çerçevede ele almıştır.

Esas itibariyle kapitalist ekonomi statik değildir ve olamaz düzenli bir gelişmede göstermemektedir. Tersine bu ekonomi kendi içinden yeni mallar, yeni üretim metotları ya da ticari imkânlar sayesinde devamlı olarak yenilenmekte, hareket halinde tutulmaktadır. Mevcut bütün sistem, iş hayatının bütün şartları bir değişme içindedir” (Schumpeter,1942: 61)

Schumpeter, günümüzde evrimci iktisatçıların kullandığı temel analitik kavramları neoklasik iktisat karşısında kendi gelişme teorisini inşa ederken kullanmıştır. Dosi’ye (1990) göre Schumpeter’in yaklaşımının neoklasik iktisada göre temelde üç ayırt edici noktası vardır.
Kapitalizmi çözümlerken çıkış noktasının denge değil, değişim olması.
Sosyal kurumların doğduğu, geliştiği ve yok olduğu tarihsel zamana dayanması.
Rasyonel kararlara bağlı olarak ençoklaştırma faaliyetleri peşinde koşan iktisadi ajana karşı duyulan şüphe.
Schumpeter neoklasik kararlı durağan durum denge yaklaşımının tersine, kapitalist sistemi denge dışı bir evrimsel süreç çerçevesinde incelemiştir. Schumpeter’in bu değişim dinamiğinin temelinde kapitalist gelişmeye içsel olan inovasyon vardır. İnovasyon mevcut kaynakların yeni bileşimler olarak sunulması biçiminde tanımlanmaktadır. (Schumpeter, 1934: 66) Ekonomik değişmenin kaynağı olan beş temel inovasyon biçimi vardır.

Yeni tüketim maddeleri: Ürün inovasyonu olarak nitelendirilen yeni ürünlerin geliştirilmesi.
Yeni üretim metotları: Süreç inovasyonu olarak nitelendirilen üretimde yeni tekniklerin kullanılması.
Yeni pazarlar: Yeni pazarların veya yeni pazarlama olanaklarının gelişmesi.
Yeni hammadde kaynakları. : Yeni kaynakların kullanıma girmesi.
Yeni endüstriyel örgütlenmeler: Örgütsel inovasyon olarak nitelendirilen, iş yapma biçimindeki değişmeler.
İnovasyonları gerçekleştirenler girişimcilerdir. Girişimci, yeni ürünler peşinde koşan, firmanın yönetiminde yeni arayışlar içinde olan, yeni piyasalar keşfeden bir kişidir. Girişimcinin rolü, bir buluşu ya da genel olarak hiç kullanılmamış bir teknik olanağı kullanarak üretim sistemini yenilemesi ve düzeltmesidir.(Schumpeter, 1942:202) Schumpeter’in girişimcileri belirli bir sınıftan gelmezler onlar yetenekli bir azınlığı oluştururlar .(Heilbroner, 2003: 266) Bu elit insan tipi kendi içinde de yetenek farklılıkları gösterir. Teknolojik gelişimi sağlayan ajanların içinde farklılaşması teknolojik çeşitliliğin ve evrimci gelişimin motorunu oluşturmaktadır. Girişimciyi harekete geçiren güdü ise kardır. Kar inovasyon yapmanın getirisidir ve girişimciler tarafından elde edilir. İnovasyonun ortaya çıkmasında banka kredisi merkezi bir rol oynar. Yaratıcı girişimcinin yanında risk üstlenici banker de ekonomik gelişmenin en önemli öğesidir.(Hanusch ve Pyka, 2007: 282) Girişimci ile banker arasında kopmaz bir birliktelik vardır. Schumpeter’e göre kapitalist bir ekonominin içsel değişim dinamikleri inovasyon (neden) , girişimci (özne) ve banka kredisi (araç) olmaktadır.(Gürkan, 2007:254)
Schumpeter kapitalist ekonomiyi, bitmek bilmeyen bir “yaratıcı yıkım” süreci olarak tanımlamaktadır. Kapitalist sistemdeki her firma yeni bir tasarım, maliyet azaltıcı çaba, yeni bir ürün, yeni girdilerin bulunması, yeni üretim yöntemlerinin geliştirilmesi yollarıyla piyasa payını artırmaya ve hâkim konuma geçmeye çalışır. Ancak her yaratıcılık, kendisinden önceki tekelci gücü de yıkmaktadır.
… örneğin 1760–1940 yılları arasında bir işçinin bütçesi yalnızca çeşit ve mal bakımından büyümemiş, ama aynı zamanda da kalite bakımından durmadan değişimlere uğramış, yükselmiştir. Aynı şekilde tipik bir çiftliğin üretken mekanizması, tarım aletlerinden, şekillerine kadar çağdaş makine tarımına ulaşmıştır; metal endüstrisinde üretken mekanizmanın odunkömürü fırınından, yüksek fırına kadar bir değişim olmuş; enerji sektöründe su değirmeni yerini modern türbinlere bırakmış, ulaştırma tarihinde posta arabalarının yerini uçaklar almışlardır. Yeni milli pazarların ya da dış piyasaların açılması; el sanatları atölyelerinden, yoğun ve büyük işletmelere geçiş (U.S. Steel gibi), kapitalist sistemi durmadan, yorulmadan içinden bir ihtilâl, yenileme havasında tutmakta; bütün bu elemanlar, gene devamlı olarak eski faktörleri yok etmekte, yenilerini yaratmaktadır. Bu “yaratıcı yıkım gelişimi” kapitalizmin esas temelidir, ister istemez her kapitalist teşebbüs ergeç bu gelişime uymak zorundadır” (Schumpeter,1942: 137-138)
Schumpeter 1942 yılında yazdığı “Capitalism,Socialism and Democracy” adlı eserinde inovasyonun kaynağının artık büyük firmalar ve bunların Ar-Ge laboratuarları olduğunu belirtmiştir.Girişimciliğin önemi azalmış ,bu büyük firma örgütlenmelerinde teknolojik yenilik bir alışkanlık haline gelmiştir(Schumpeter, 1942: 203). Bu durumda yaratıcı yıkım sürecinin yerini, yaratıcı birikim (creative accumulation) sürecinin aldığı öne sürülmektedir (Malerba, 2004 :22).
Sonuç olarak Schumpeter’e göre kapitalizm, inovasyonlara ve bu inovasyonların sağladığı kar olanakları üzerine inşa edilmiş bir dinamizme sahiptir. Firmalar aralarında kıyasıya teknolojik rekabet içindedirler ve bunun asıl itici gücü, tekelci yüksek kârların varlığıdır. Bu olduğu sürece, teknolojik gelişme ve sonucunda da büyüyen bir ekonomi oluşacaktır
Kendilerine çıkış noktası olarak Schumpeter’i alan evrimci iktisat teorileri üç başlık altında incelenebilirler:

Evrimci Modelleme Geleneği:Nelson ve Winter Modeli:

Evrimci iktisat geleneği içinde önemli bir yere sahip olan Nelson ve Winter modeli içsel değişmeyi merkeze koyarak; doğal seçilim, mutasyon, gen gibi evrimsel biyolojik analojileri kullanarak ve davranışsal firma teorisinden yararlanarak evrimci bir teknoloji gelişme yaklaşımı geliştirmişlerdir. Nelson ve Winter modeli üzerinde evrensel Darwinciliğin etkileri gözlenmektedir. Richard Dawkins’in önerdiği evrensel Darwincilik yaklaşımına göre evrende her nerde bir yaşam formu varsa, gelişimi Darwinci çeşitlilik, kalıtım ve seçilim kuralını takip eder. Kazanılmış karakterlerin kalıtımını benimseyen Lamarckçı görüş gibi farklı kalıtım mekanizmaları var olsalar bile; evrim süreci Darwinci teorinin temel elemanlarına göre işleyecektir.(Hodgson, 1998 :270) Bu görüşe göre özellikle sosyo-ekonomik evrim sürecinde Lamarkçı ve Darwinci yaklaşımlar birbirini dışlamak yerine birbirini tamamlamaktadır.Sosyo-ekonomik evrim sürecinde taklit ,etkileşimle öğrenme olanaklarının var olması, ajanlara, çevreye uyum sürecinde kazandıkları karakterleri gelenek, alışkanlık içinde kültür ve bilgi kodları olarak gelecek nesillere aktarabilmelerine olanak tanımaktadır.Bu nedenle sosyo-ekonomik evrim Lamarkçı ve Darwinci özellikleri birlikte göstermektedir.(Hodgson, 1998:46) Nelson ve Winter’ın modellerinde Darwinci analojileri kullanmakla beraber , kazanılmış karakterlerin aktarılabileceği vurgusu ile Lamarkçı özellikler öne çıkmaktadır.Nelson ve Winter’in Darwinci evrimsel biyolojiden aldığı üç temel kavram şunlardır.
1. Darwinci biyolojide gene karşılık gelen rutin.
2. Darwinci biyolojide mutasyona karşılık gelen arama.
3. Darwinci biyolojide doğal seçilime karşılık gelen piyasa süreci.
Teknolojik araştırma ve geliştirme yatırımları piyasa mekanizması çerçevesinde fiyatlandırılabilecek riskten farklı olarak Knightcı anlamda belirsizlik içeren süreçlerdir. Knight’a göre risklerin deneysel ve istatistiksel tahmin yöntemleriyle azaltılmasının mümkün olmasına karşılık, işletmeye ait bilgi kopuklukları olarak tanımlanan belirsizliğin tamamen bertaraf edilmesi mümkün değildir.(Alada, 2000: 69) Karar alıcılar gelecekle ilgili belirsizlik karşısında, tatmin oldukları sürece var oldukları durumu koruma eğilimi içerisinde olacaklardır. Gelecekle ilgili bilginin eksiksiz elde edilmesi bireylerin bilişsel güçlerinin ve sahip oldukları araçların kapasitelerinin dışında oldukları için kararlar, neoklasik iktisadın öngördüğü biçimde, rasyonel biçimde alınamayacaktır. Herbert Simon tarafından geliştirilen “sınırlı rasyonalite” yaklaşımına göre karar veren bireyin ne sahip olduğu bilgi ne de ulaşabileceği bilginin tamamını toplayıp bir araya getirme, bu bilgiyi işleyerek kullanılır duruma getirme yeteneği sınırsızdır. Bireyin davranışı ençoklaştırmaya yönelik değil, bireyin dilek düzeyine göre belirlenen bir yetinmeciliğe yöneliktir.(Buğra, 2003:299) Sınırlı rasyonalite nedeniyle firmalar geçmişten gelen karar alma tarzlarına ve davranış kurallarına bağlı kalarak karar verme yoluna gideceklerdir. Firma için bir örgütsel hafıza olan bu karar verme kuralları bütünü “rutin” olarak adlandırılmaktadır.(Nelson ve Winter, 1982: 12) Firmalar belirli bir rutine bağlı olarak faaliyetlerini sürdürmektedirler. Nelson ve Winter’in yaklaşımında firma davranışlarını düzenleyen rutinler biyolojideki genlere karşılık gelecek biçimde seçilimin temel birimi olarak ele alınmaktadır. Farklı firmalar üretim, yatırım, araştırma ve inovasyon için farklı rutinler geliştirmekte, bu nedenle endüstride farklı rutinlere sahip firmaların rekabetçi davranışları gelişmektedir. Rutinler süreklilik arz etmelerine rağmen değişebilen bilgi kodlarıdır. Bu değişim sürecinde belirleyici olan firmanın daha etkin bir konuma geçme arzusudur. Rutinlerin değişim süreci “arama” (search) kavramı ile tanımlanmaktadır.(Nelson ve Winter, 1982: 18) Firmaların çevresel değişime uyumları rutinlerin yenilenmesi yoluyla gerçekleşmekte ve firma varlığını sürdürürken rutinler yenilenebilmekte, firmanın gelecek karar alma biçimleri bir öncekine göre farklılaşmaktadır. Arama Darwinci biyolojideki mutasyonlara denk düşmektedir. Bu stokastik arama davranışları firma çeşitliliğinin temelini oluşturmaktadır. Darwinci evrim teorisinin temel analitik kavramı olan doğal seçilim (natural selection) mekanizması piyasa rekabeti biçiminde endüstri üzerinde etkisini göstermekte ve daha yüksek performansa sahip firmalar büyürken diğer firmalar endüstri dışına itilmektedir(Nelson ve Winter, 1982: 9). Çevreye daha iyi uyum sağlayan genlerin; popülasyon gen havuzundaki frekansının artmasına benzer bir durum, yüksek performans gösteren firmalar için de geçerli olacak ve bu firmaların rutinlerinin frekansı endüstri rutin havuzu içinde artacaktır. Değişen yeni rutinlerin gerçek tarihsel zamanın gelecek döneminde uygulanmaya konması, türlerin amaçlı olarak elde ettikleri kalıtsal özellikleri gelecek kuşaklara aktarması biçimde ortaya çıkan Lamarkçı evrim yaklaşımı ile de örtüşmektedir. Firmaların değişen piyasa şartları karşısında taklit yoluyla başarılı firmaları takip ederek ya da yenilikler yoluyla, rutinlerini mevcut şartlara göre yeniden uyarlaması, kazanılan karakterin gelecek kuşaklara aktarılmasının ve türlerin iradi olarak çevresel uyuma yönelik mükemmelleşmelerini öngören Lamarkçı evrim yaklaşımı ile de uyuşmaktadır. Nelson ve Winter, Lamarkçı evrim yaklaşımını benimsemektedirler.(Nelson ve Winter, 1982: 11)
Nelson ve Winter’in bu yaklaşımı evrimci iktisat teorisinde önemli bir etki yaratmış ve bu evrimci gelişmeyi açıklamaya yönelik modeller geliştirilmiştir. Sınırlı rasyonaliteye, belirsizliğe ve firmaya özgü bilgi kullanım tarzı olarak ifade edilebilecek rutinlere vurgu, teknolojinin örtük ve zor transfer edilebilme özelliğini daha anlaşılır kılmaktadır. Bu nedenden dolayı teknoloji tüm firmalar ya da ülkeler için kolayca ulaşılabilen bir faktör olmaktan çıkarak, üretilmesi için çaba ve kurumsal altyapı gereken, rekabetçilikten beslenen, sahip olunmasına bağlı olarak rekabetçi üstünlükler kazandıran bir faktör haline gelecektir.


KAYNAKLAR:

Alada Dinç (2000) İktisat Felsefesi ve Belirsizlik, Bağlam Yay. , İstanbul.

Alchian, A.A. (1950), “Uncertainty, Evolution And Economic Theory”, Journal of Political Economy, Vol. 58, : 211-22.

Alchian, A.- Demsetz, H. (1972), “Production, İnformation Costs, And Economic Organization”, American Economic Review, Vol. 62 No. 4, : 777-95.

Buğra Ayşe (2003) İktisatçılar ve İnsanlar 5.B, İletişim Yay. ,İstanbul.

Foster, J. and Metcalfe, S (2001) “ Modern evolutionary perspectives: an overview.” İç : Foster and Metcalfe (eds.) Frontiers of Evolutionary Economics: Competition, Self-Organization and Innovation Policy. Edward Elgar: Cheltenham

Gould S.(1984) Darwin ve Sonrası, Tübitak Yay. ,Ankara.

Gowdy J.(1997) “ Introduction-Biology and Economics” Structural Change Economic Dynamics. 8,:377-383

Gürkan C. (2007) “Veblen, Schumpeter ve Teknoloji” İç E. Özveren(der.) Kurumsal İktisat, İmge Yay. Ankara

Hanusch H - Pyka A. (2007) “Principles of Neo-Schumpeterian Economics “ Cambridge Journal of Economics 31, 275–289

Hayek (1945) “Use of Knowledge in Society” American Economic Review, 4: 519-530

Heilbroner R. (2003) İktisat Düşünürleri , (cev: A Tartanoğlu) ,Dost Yay. Ankara

Hodgson G. (2002) “Darwinism in Economics:From Analogy To Ontology” Journal of Evolutionary Economics. 12, 259-281.

Langlois R-Everett (1993) “What Is Evolutionary economics” İç: Magnusson Lars(Ed) “Evolutionary And Neo Schumpeterrian Approaches to Economics ,Kluver Ac Prs USA

Magnusson L.(1993) “The Neo Schumpeterrian And Evolutionary Approach to Economics- An Introduction” İç: Magnusson Lars(Ed) “Evolutionary and Neo Schumpeterian Approaches to Economics ,Kluver Ac Prs USA

Nelson R- S. Winter (1982) An Evolutıonary Theory of Economic Change, Harvard Unv. Press, USA:

Özveren E. (2007) “Kurumsal İktisat Aralanan Kara Kutu “İç E. Özveren(der.) Kurumsal İktisat, İmge Yay. Ankara

Pelikan (1989) Market As a Instrument of Evolution of Structure ,Working Paper No: 237
IUI ,Stockholm

Schumpeter Joseph (1934) The Theory of Economic Development, Oxford Unv. Pres. New York, 1978.

Schumpeter Joseph (1942) Kapitalizm Sosyalizm ve Demokrasi, 2.B (cev. T Akoğlu) ,Varlık Yay. İstanbul, 1968

Skousen M. (2007) İktisadi Düşünce Tarihi, 3 B. Adres Yay. ,İstanbul












6 Kasım 2010 Cumartesi

ASİMETRİK BİLGİ SORUNU ÇERCEVESİNDE BANKACILIK KRİZLERİNİN NEDENLERİ ÜZERİNE BİR İNCELEME: MİKROEKONOMİK BİR YAKLAŞIM

ASİMETRİK BİLGİ SORUNU ÇERCEVESİNDE BANKACILIK KRİZLERİNİN NEDENLERİ ÜZERİNE BİR İNCELEME: MİKROEKONOMİK BİR YAKLAŞIM
Finansal Piyasalarda Asimetrik Bilgi Ve İşlem Maliyetleri Sorunu:
Finansal sistem bünyesinde asimetrik bilgi yaygın bir sorundur. Asimetrik bilgi; ekonomideki birimlerin farklı bilgi kümelerine sahip olmaları olarak tanımlanabilir (Ersel ve Sak 1996:305). Hayek’e göre rasyonel bir ekonomik düzende bilgi hiçbir zaman yoğunlaşmış ve bütünleşmiş biçimde bulunmaz, bunun tersi olarak tek tek bireyler arasında dağılmış tam olmayan tarzda ve çoğunlukla çelişkili bilgi parçaları halinde bulunur (Hayek 1945: 519). Asimetrik bilgi sorununun piyasa üzerindeki etkilerini ise Akerlof (1970) ele almıştır. Kullanılmış arabalar piyasası örneği ile asimetrik bilgi sorununun sonuçlarını analiz eden Akerlof; araba alıcı ve satıcılarının farklı bilgi kümelerine sahip olmaları sonucu piyasa mekanizmasının etkin işleyemeyeceği sonucunu ortaya koymuş ve devlet müdahalesinin böyle bir durumda piyasa katılımcılarının refah düzeyini arttırabileceğini belirtmiştir.
Asimetrik bilgi sorunu iktisat teorisinde iki davranış biçimine neden olmaktadır. Farklı bilgi kümelerine sahip olan taraflar “ters seçim” ve “ahlaki tehlike” davranışlarını sergilemektedirler.
Ters seçim sorunu sözleşme ilişkisi kurulmadan önce gerçekleşir. Finansal piyasalarda fon akımı sürecinin tarafları farklı bilgi kümelerine sahiptirler. Tasarruf sahipleri yatırımcının projesi hakkında yatırımcıdan daha az bilgi düzeyine sahiptir. Bu asimetrik bilgi sorunu, tasarrufçunun aktardığı fonun akıbeti ve kendisine bir getiri olarak dönüp dönmeyeceği sorusuna yanıt bulunmasını zorlaştırmaktadır. Böyle bir ortamda, güvenli bir yatırım fırsatını kaçırmak ya da risk düzeyi yüksek bir proje yatırım yapmak ters seçim olgusunu tanımlamaktadır.
Ahlaki tehlike sorunu da; ekonomideki birimlerin bir kısmı (sözleşme imzalanmasından sonra) eylemleri ile gerçekleşebilecek koşullara bağlı durumları etkileyebilmesi, dolayısıyla hangi durumların gerçekleşebileceği konusunda diğer birimlere oranla daha kesin bilgiye sahip olması şeklinde tanımlanabilir (Ersel ve Sak 1997:306). Bu durumda tasarrufçu yatırımcıya aktardığı fonun ne şekilde kullanılacağını bilemediği için kaynak aktarma sürecinde çekingen davranacaktır. Görüldüğü gibi asimetrik bilgi sorunu ters seçim ve ahlaki tehlike davranışlarına neden olarak finansal sistemin etkin çalışmasına engel olmaktadır.
İşlem maliyetleri olgusu, genel olarak firmanın varlığının açıklanmasında belirleyici olan bir sorundur. Neo-klasik iktisat teorisi sürtüşmesiz sorunsuz bir değişim sürecinin varlığı varsayımın dayanır. Gerçek ekonomik ilişkilerde kurulan değişim ilişkilerinde sahiplik hakları her zaman belli değildir. Bu kısıtlayıcı etkenler nedeniyle değişim süreci sürtüşmesiz ya da sorunsuz kurulamamaktadır. Fiyat sistemin kendi işleyişi dahi maliyet unsuru oluşturmaktadır. İşlem ya da piyasa maliyeti diye adlandırılan bu kavram ekonomileri işleyişinde önemli bir ağırlığa sahiptir (Bulutay 1995:15). Firmanın temel var oluş nedeni fiyat mekanizmasını kullanmak suretiyle artan işlem maliyetleridir. (Coase 1937) İşlemlerin piyasa aracılığı ile koordinasyon maliyetleri firmalar bünyesinde hiyerarşik yapılar oluşturarak koordine edilmesinden yüksek olması nedeniyle firma gibi bir kurum ortaya çıkmaktadır. Yeni kurumcu iktisadın kurucularından Williamson’a göre firma ya da tercih ettiği kavramla hiyerarşiler, işlem maliyetlerinden tasarruf edilmesi amacıyla oluşturulan bir örgütlenme biçimidir. Hiyerarşilerin varlığı büyük ölçüde fiyat mekanizmasının işleyişinden doğan işlem maliyetlerinden daha etkin bir örgütlenme altında tasarruf edilmesinden kaynaklanmaktadır (Yılmaz, 2002: 164).İşlem maliyetlerinin varlığı piyasalarda firma tipi organizasyon biçimlerini zorunlu kılmaktadır. Kullandığı girdiler ile çıktı üreten bu organizasyon yapısı; işlem maliyetlerinin varlığının yarattığı kısıtları, bir üretici istemi var edecek asgari koşulları oluşturarak aşmaya çalışır.
Finansal piyasalarda da fon aktarım süreçleri, taraflar arasında yapılacak sözleşmeler; parasal harcama ve zaman kullanımı biçiminde ortaya çıkan maliyetler oluşturur. Taraflar arasında kurulan sözleşme ilişkisinin gerçeklik kazanması ancak yapılması gereken zorunlu harcamaların gerçekleşmesi durumunda mümkün olmaktadır.
Asimetrik bilgi ve işlem maliyetleri sorunu finansal piyasaların fon aktarma işlevini başarılı olarak yetine getirmesi konusunda engel oluşturmaktadır. Bu sorunların yarattığı kısıtları asgariye indirebilecek kurumsal yapı finansal aracılık olarak ortaya çıkmaktadır. Bankaların fon aracılığındaki temel katkısı istenen ya da sunulan fon miktarını değiştirmekten çok fon sunan ya da isteyenlerin bilgi eksikliklerini gidermekte yatar. Bu açıdan bakıldığında bankaların varlık nedeni belirsizliğin varlığı olmaktadır.(Ersel,2009:15) Asimetrik bilgi sorunun çözümünde banka önemli bir yere sahiptir. Mevduat olarak topladığı kısa vadeli fonları, kredi olarak uzun vadeli fonlara dönüştüren ticari bankalar; kendisine borç veren ajanları (mevduat sahipler) ve kendisinin borç verdiği ajanları (kredi müşterileri) yakından izleyerek, onlar hakkında bilgi toplar. Topladığı bu bilgileri bir havuzda birleştirerek, asimetrik bilgi sorunun yol açtığı ters seçme ve ahlaki tehlike davranış biçimlerinden kaçınmaya çalışırlar.
Bankalar ters seçim sorununun ortadan kaldırabilmek için fon aktardığı kesimlerden kredi karşılığı olarak teminat alırlar. Bu teminatların varlığı, kredilerin geri dönmemesine karşı bir güvencedir. Kredi, riskli bir projeye verilmiş olsa bile, meydana gelebilecek herhangi bir kayıp teminatın paraya çevrilmesi ile giderilebilir. Bu yöntemle ters seçme davranışın ortaya çıkması önlenmiş olur. Bankalar, ahlaki tehlike sorununun yarattığı sonuçları da ortadan kaldırabilmek için; kredi açtıkları kurumun kredisi nasıl kullanıldığını yakında izleyecek yöntemler geliştirirler. Kredi açılan şirketin mali tablolarını incelemek ahlaki tehlike davranışının önlenmesinde etkili olan yöntemlerden biridir.
Bu bağlamda finansal piyasalarda fon aktarım sürecinde kurulan sözleşmelerin maliyeti finansal bir firma olan bankanın ortadan çıkmasının nedenlerinden biridir. Finansal bir firmanın varlığı, her işlem için yapılacak masrafı ölçek ekonomilerinin varlığı nedeniyle düşürecektir. Firmanın üretim düzeyi değiştikçe maliyetlerin seviyesi değişecek buna bağlı olarak üretim düzeyi arttıkça ölçeğe göre artan getiri durumunda maliyetler azalacaktır (Çermikli 2002:30). Bankalar; finansal firma olarak işlem maliyetleri sorununu ölçek ekonomilerinde yararlanarak asgariye indirirler.
Finansal piyasalarda faaliyet gösteren firmalar çoklu üretim yapan kurumlardır. Bu firmalar tıpkı diğer firmalar gibi sabit sermaye ve gerekli girdileri kullanarak çıktı elde ederler. Dolayısıyla bu işlem sonucunda kâr elde etmeyi amaçlamaktadırlar. Kısaca bu firmalar diğer firmalar gibi bir üretim fonksiyonuna sahiptirler. (Alıç 1997b:34)
Bu işlevlerini yerine getirirken ticari banka finansal üretim yapar. Finansal firmaların üretimi teknik ve ekonomik üretim olarak ikiye ayrılır. Teknik anlamda üretim bir dönüştürme işlemidir. Banka bağlamında bu dönüştürme işlemi, fon fazlası olan kesimlerden toplanan kısa vadeli fonların, fon açığı olan kesimlere uzun vadeli krediler olarak aktarılması sürecini kapsar. Bu açıdan banka firmasının üretimi; borç vericiler ile borç alıcılara sunulan bir dizi finansal ürün ve hizmettir. Banka firması girdiler kullanarak fon toplar ve bu fonları finansal hizmet olarak kullanılabilir fonlara dönüştürerek üretimin teknik üretim aşamasını tamamlamış olur. Ara üretim çıktısı olan bu aktarılabilir fonlar, üretimin ikinci aşaması olan ekonomik üretim sürecinde bir girdi olarak faiz getirili aktiflerin üretilmesinde kullanılır (Batu vdğ. 1998:29-30).
Teorik düzeyde kurulacak basit bir banka modelinde; banka bilançosunun aktif tarafı munzam karşılıklar, m çeşit kredi (Li) ve n çeşit menkul değerden (Sj) oluşurken, bilançonun pasif tarafı her türlü borç alımlarını kapsayacak biçimde p çeşit mevduattan oluşur.
Banka firması topladığı fonlar ve emek olan girdilerini finansal ürün olarak kredi ve finansal hizmetler olarak çıktıya dönüştürür Bu üretim sürecinde banka üretim kararlarını, karını maksimize edecek biçimde verecektir. Neo-klasik iktisat teorisinin analizi açısından banka firması üretim düzeyini kredi, menkul değer ve hizmetlerden elde ettiği marjinal gelirin; kredi menkul değer ve hizmet üretmek için karşılamak zorunda kaldığı marjinal maliyete eşit olduğu noktada belirleyecektir. Banka firmasının bilanço oluşturarak finansal fon aktarımı yapması
Banka Firması Ve Risk:
Bankalar; kısa vadeli fonları, uzun vadeli fonlara dönüştürürken çeşitli riskler üstlenirler. Risk; aktif veya pasif nitelikli varlıkların değerlerinde beklenmedik değişmelerin ortaya çıkma olasılığı (Uysal 1999:2) ya da arzu edilmeyen bir olay veya etkinin ortaya çıkma olasılığı olarak (Sarıkamış 1997:63) tanımlanabilir. Bankalar temel olarak kredi riski, piyasa riski ile faaliyet riskini üstlenirler. Piyasadaki riski; faiz, dövizi kuru ve likidite risklerinden oluşmaktadır (Köylüoğlu 2001:82).
Bankaların üstlendikleri riskler, esas itibariyle bilançoda ifadesini bulan ve herhangi bir anda bankanın fon sağlama ve kullanımı arasında bir dengenin olmayışından kaynaklanmaktadır. (Kaval 2000:25-26).
Bankalar sağladıkları fonları yatırımcılara aktarırlarken kaçınılmaz olarak risk üstlenirler. Risk düzeyinin aşırı yükselerek banka için tehlike oluşturmaması etkin bir risk yönetimi ile sağlanabilir. Finansal küreselleşme süreciyle birlikte kısa vadeli sermaye hareketlerindeki artış finansal piyasalarda faiz oranı, döviz kuru gibi değişkenlerin oynaklığını arttırırken “risk yönetimi tekniklerinin” gelişimini hızlandırmıştır.
Bankaların üstlendikleri; faiz riski, döviz kuru riski, likidite riski, piyasa riski kavramını içeriğini oluşturur. Banka bilançosunu oluşturan aktif varlıkların faiz oranları ile pasif varlıkların faiz oranlarını farklı olması faiz oranı riskini tanımlamaktadır. Bankalar genellikle, kısa vadeli fonları, uzun vadeli fonlara dönüştürürken vade uyuşmazlıklarına bağlı olarak farklı faiz oranlarına sahip aktif ve pasife sahiptirler. Aktif ve pasifteki faiz oranı farkının açılması; bankaların aşırı faiz oranı riski üstlendiklerini göstermektedir.Bankalar hem müşteri hem de kendi hesaplarına; döviz ihtiyaçlarını karşılamak, kur riskinden korunmak için, vadeli işlem piyasasından döviz alarak oluşan kur farklılıkları yoluyla kar elde etmek için dövizle işlem yaparlar. Döviz kuru riski: “Ulusal parayla veya kaynaklarla döviz alma ya da döviz satarak karşılığında ulusal para veya kaynağa sahip olmayan işlemler nedeniyle zarar edilmesi ihtimali” olarak tanımlanabilir (Delikanlı ty:7). Banka likiditesi; bankanın mevduatı paraya çevirme isteklerini karşılama gücüdür (Sayer 1960:159). Banka likiditesi; kasadaki nakit mevcudu, hızla paraya dönüştürebilir varlıkları bankanın net nakit girişi, borçlanma yoluyla elde edilebilecek ek nakitten oluşur. Bankanın üstlendiği likidite riski ise “ani mevduat çekilmesi gibi olayların yarattığı nakit gereksinmesini karşılayabilmek üzere bankanın çok yüksek maliyetle kısa vadeli borçlar ya da yeterince likit olmayan varlıklarını önemli ölçü ve zararla paraya çevirmek zorunda kalması olarak” tanımlanır (Çelebican 1984:17).
Bankalar tasarrufçulardan topladıkları fonları, yatırımcılara kredi olarak aktarırlar. Bu neden kredi riski bankaların asli işlevlerini yerine getirirken üstlendikleri en temel ve en önemli risk türüdür. Kredi riski batık riski ya da aktif kalitesi riski olarak da isimlendirilmektedir (Ağaoğlu t.y:37). Kredi riski, “nakit veya nakit olmayan fon aktarma faaliyetlerinde, karşılıklı ödeme zaman ve mekan farklılıklarının söz konusu olduğu işlemlerde, karşı tarafın ödeme yapmamayı ya da ödeme yapmamasından kaynaklanan zarar ihtimali olarak tanımlanır”(Arus t.y:45).
Faaliyet riski; bankanın faaliyetini sürdürürken karşılaştığı, çeşitli şekillerde ortaya çıkan bireysel ve teknik hatalardan kaynaklanan risktir. Faaliyet riskinin bankalar için ayrı bir risk unsuru olarak ele alınması oldukça yenidir. Diğer risklerden farklı olarak bu risk türünde, riskin temeli bankanın iç yapısından kaynaklanan sorunlardır. Faaliyet riskinin en önemli çeşitleri; iç kontroldeki ve şirket yönetimindeki aksaklıkları kapsar. Bu tür aksaklıklar, hata, dolandırıcılık veya işi zamanında yerine getirememe nedeniyle mali zararlara yol açan ya da bir şekilde yetkisini aşan dealer, kredi memurları veya diğer personel tarafında bankanın yükümlülük altına sokulmasıyla ortaya çıkmaktadır. Faaliyet riskinin diğer şekilleri teknolojik sistemdeki büyük çöküşler veya büyük yangınlar gibi felaketleri kapsar (Gökçe 1999:26). Daha önceki kısımda tartışıldığı gibi kurumsal zayıflıklar ahlaki tehlike sorununu gündeme getirerek bankacılık sistemi bünyesinde risk düzeyinin yükselmesine neden olmaktadır. Bankacılık sisteminde genel risk düzeyinin artışına bağlı olarak bilanço kırılganlıkları artacaktır. (Kibritçioğlu 2002:7-9)
BANKACILIK KRİZLERİNİN NEDENLERİ:
Bankacılık krizi, mevduat bankalarının piyasa araçları üzerindeki yenileme yeteneklerini yitirmeleri ya da ani fon çekilişine maruz kalmaları sonucu likidite sıkıntısı ve hatta geri ödeyememe durumuna düşmeleri olarak tanımlanabilir (Sachs 1998:248). Bankacılık krizleri genellikle banka paniği sürecinde ortaya çıkar, bu bağlamda banka paniği “bir ya da daha fazla bankaya güvenin sarsılması, halkın birden bire ve yaygın bir şekilde mevduatlarını geri çekmek için “hücum etmesi (banking run)” olgusudur (Parasız 1999:53). Dünya ekonomisi bu dönüşümleri yaşarken; diğer taraftan, borç, para ve bankacılık krizlerinden oluşan finansal krizler giderek artan sayıda görülmeye başlamıştır. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde yayılan düzensizleştirme dalgası sonucu yukarıda belirtilen dönüşümler hayal kırıklıkları yaratmıştır. Gelişmekte olan piyasa ekonomilerinde bankacılık krizleri para krizleri birlikte ortaya çıkarak ülke ekonomilerinin üretici sektörlerini derinden etkileyen krizlere dönüşmektedirler. 1970’lerden günümüze 93 ülkede 117 sistemik bankacılık krizi yaşanmıştır (Caprio ve Klingibiel 1998). Yaşanan krizler, ekonomik performansı olumsuz etkilemiş; işleyişi büyük ölçüde bozulan bankacılık sisteminin yeniden yapılandırılması için hükümetler büyük maliyetleri olan “kurtarma (bail out) paketleri” uygulamaya koymak zorunda kalmışlardır
Tekil bankacılık krizleri sistemin bütününe yayılarak sistemik bankacılık krizlerine dönüşebilirler. Sistemik bankacılık krizi; “finansal piyasalarda bir ya da birkaç bankanın iflası tehlikesine yol açan bir durumun tüm sisteme yayılarak ödemeler sistemini olumsuz etkilemesi hatta işleyişini durdurması nedeniyle, piyasaların işleyişinde pürüzler meydana gelmesi şeklinde tanımlanmaktadır (Erdönmez 2001:3). Bankacılık krizinden söz edebilmek için özellikle gelişmekte olan piyasa ekonomilerinde aşağıdaki kriterlerden en azından iki tanesi gerçekleşmiş olmalıdır (Birinci 2001:1252).
1. Riskli kredilerin oranın, bankacılık sektörünün toplam aktifinin %10’u aşması veya hızlı bir artışın yaşanması
2. Bankacılık sektöründeki sorunlar nedeniyle geniş kapsamlı devletleştirme yapılması, faaliyetlerin tamamen durdurulması, füzyon, satın almalar olması veya birçok kurum için önemli miktarda devlet yardımının verilmesi.
3. Hükümetin kriz önlemleri alması, işlemlerin durdurulması, bankaların zaman zaman kapalı tutulması ya da bankalara tam mevduat garantisi verilmesi.
4. Bankaları kurtarmak için alınan önlemlerin mali yükünün GSYH nin en azından %5 i düzeyine ulaşması.
Bankacılık krizlerinin nedenleri konusunda üç temel yaklaşım bulunmaktadır (Boyd vdğ. 2000:1-2).
1. Birinci yaklaşıma göre; bankacılık krizlerinin nedeni makroekonomik olgulardır. Aslında bankacılık krizleri yalnızca makroekonomik sorunların yansımasıdır. Bu nedenle kriz ekonomik durgunluğun oluşmasında nedensel bir etki yapmaz.
2. İkinci yaklaşıma göre; bankacılık krizlerinin nedeni, kendi kedini besleyen bekleyişlerden kaynaklanmaktadır. Bu yaklaşım özellikle, makroekonomik şokların olmadığı durumlarda ortaya çıkan bankacılık krizlerinin anlaşılmasında ve tarihte oluşmuş banka iflaslarının nedenlerinin ortaya konmasında ortak bir kavramsal çerçeve sağlar. Bu görüşe göre ekonomik durgunluğun oluşumunda bankacılık krizleri önemli bir rol oynar.
3. Üçüncü görüşe göre; bankacılık krizlerinin nedeni zayıf tasarlanmış kurumlardır. Düşük fiyatlandırılmış mevduat sigorta sistemi, etkin olmayan denetim ve düzenleme sistem bünyesinde ahlaki tehlike sorununu ağırlaştırarak sistemik risk düzeyinin artmasına neden olmaktadır. Aşırı risk almanın önünün açıldığı bankacılık sisteminde sistemik bankacılık krizinin oluşmasını sağlayabilmektedir. Mikroekonomik bir bakış tarzına sahip olan bu yaklaşım banka risk alma davranışlarını belirleyen kurumsal çevre ve bunun kriz oluşturan sonuçları üzerinde durmaktadır.
Bankacılık krizlerini; makroekonomik şoklar, banka hücumları ve zayıf kurumsal yapının oluşturduğu kırılganlıklara bağlayan yaklaşımlar, ülke örnekleri bağlamında kriz olgusunu açıklarken, teorik düzeyde bileşime gidebilmektedirler. Farklı ülkelerde ortaya çıkan bankacılık krizlerinin ortak yönlerini belirleyen bir araştırmanın sonuçlarına göre bankacılık krizleri ile ilgili olarak şu olgular göze çarpmaktadır (Boyd vdğ. 2000:3):Bankacılık krizleri ya makroekonomik şoklardan ya da bekleyişlerdeki olumsuz değişmelerden kaynaklanmaktadır. Mevduat sigortasının yarattığı ahlaki tehlike ile bankacılık krizleri arasında nedensellik ilişkisi vardır. .
Tarihsel bir bakış açısından; bankacılık krizlerini açıklamaya çalışan modeller; banka hücumlarının nedenlerini farklı temele dayandırsalar da; banka mudilerinin mevduatlarını ani geri çekme davranışlarına merkezi bir rol vermektedir.İlk kuşak modeller bankacılık krizlerinin nedenlerini bilançonun pasif tarafına bağlamaktadırlar.Bilançonun pasif tarafından kaynaklanan krizlerin temel nedeni banka mudilerinin ani para çekişleridir. Bu modellerin temelinde banka bilançoların yapısal özellikleri ve özelliklere bağlı olarak ortaya çıkan dönüşüm açığı sorunu bulunmaktadır. Bankacılık sistemi mudileri toplam mevduat tutarından daha az olması beklenen mevduat çekişlerine yetecek kadar likit varlığa sahip olduğu sürece etkin çalışmaktadır. Fakat Şekil 2‘ de görülen dönüşüm açığı nedeniyle sistem içsel olarak kırılganlıklar taşımaktadır.Mudilerin tamamının mevduat talep etmesi durumunda bankaların varlıklarını hızla nakde çevirerek iflas etmesi kaçınılmaz hale gelmektedir.( Rochet 2003 :144)

Ani mevduat çekmelerinin banka iflasına neden olacağına ilişkin öncü model Flood ve Garber (1981) dir. Bu model hükümetlerin uyguladığı politikalar sonucu kaçınılmaz olarak bankacılık krizi meydana geleceğini öne sürmektedir. Modele göre bankalar kendilerine mevduat olarak yatırılan paraları rezerv ve tahvile yatırım yaparak değerlendirmekte ve mudilerin istedikleri zaman paralarını geri çekebileceklerini taahhüt etmektedir. Mevduat sigortası uygulamasının olmadığını varsayan modele göre merkez bankasının uygulayacağı politikalar bu taahhüdün yerine getirilebilmesine yönelik kuşkular oluşturabilmektedir. Şöyle ki; merkez bankasının daraltıcı bir para politikası uygulaması sonucu faiz oranları artacaktır; mevduatlarını tahvile dönüştüren bankaların aktif değeri faiz oranı artışı sonucu düşecektir, bankanın taahhüdünü yerine getiremeyeceğini düşünen mudiler paralarını çekmek için bankaya hücum edecekler, likidite yetersizliği sonucu banka iflas edecektir. Merkez bankasının uyguladığı politika sonucu hücumun meydana gelmesi kaçınılmaz olduğu için tekli denge söz konusudur. Diğer bir model kendi kendini besleyen bekleyişlerini banka krizlerine nasıl neden olduğunu inceleyen Diamond ve Dybving (1983) modelidir. Modele göre banka kendisine mevduat olarak yatırılan parayı yatırıma dönüştürmektedir. Banka için üç dönem söz konusudur. Birinci dönemde mevduat toplanıp yatırım yapılır, ikinci dönemde yatırım henüz gelir getirmemektedir. Bu dönemde parasını almak isteyene parası düşük bir faizle verilmektedir, üçüncü dönemde bankanın yatırımı sonuçlandığı için banka gelir elde etmekte ve mudilere paraları daha yüksek bir faizle geri verilmektedir. Olumsuz bir bekleyiş sonucu mudiler, ikinci dönemde önce gelen parasını alır varsayımına dayanarak, bankaya hücum ederlerse, banka yatırımından henüz gelir elde etmediği için likidite yetersizliğine düşecek ve iflas edecektir. Mudilerin ikinci dönemde hücum etmeleri kendi kendini besleyen bekleyişler sonucudur. Bankacılık krizi bu nedenle öngörülmemekte ve krizin oluşması konusunda çoklu denge söz konusu olmaktadır.
Özellikle 1980’li yıllarda bankacılık krizlerini bankaya hücum çerçevesinde açılayan modellerin yaygınlık kazanmasına rağmen; bankacılık sisteminin büyük bir kısmında meydana gelen sistemik krizler; mevduat sahipleri ani mevduat çekişi yapmasalar da gerçekleşebilmektedir (Demirgüç-Kunt vdğ. 2000:1). Finansal küreselleşme süreciyle artan uluslararası sermaye hareketlerine bağlı olarak bankalar önemli ölçüde fon transfer eden kurumlar haline gelmişlerdir. Finansal liberalizasyon politikalarını izleyen dönemde bankalar; faiz oranlarının ve sermaye hareketlerinin serbest bırakılmasına bağlı olarak aşırı düzeyde kredi ve döviz riskine maruz kalmaktadırlar. Bu nedenle banka iflaslarının nedenleri; banka bilançolarının pasif tarafından, aktif tarafına doğru kaymaktadır. (Kaminsky ve Reinhart 1999) Finansal liberalizasyon sonrası dönmede; krizlerin varlık kalitesinin bozulması ile açıklanabilecek aktif taraftan ortaya çıktığı ve özellikle hisse senetlerinde olmak üzere varlık fiyatlarındaki aylık bazdaki aylık dalgalanmaların ve iflaslardaki önemli artışların kriz ortamının varlığına işaret ettiği belirtilmektedir.(Çoşkun,2008:15)
Yapılan ampirik çalışmalara göre; günümüz bankacılık krizlerinde banka mevduatlarında bir düşüş gözlenmemektedir. Banka hücumları, bankacılık krizlerini açıklamaya yönelik teorik literatürde merkezi bir konumda bulunurken, pratikte bu yaklaşım giderek gündem dışına itilmektedir. Bu bağlamda; banka kredi faiz oranları kriz öncesi dönemde artarken, mevduat faiz oranlarında benzer bir artış yaşanmaktadır (Demirgüç-Kunt vdğ. 2000:22).
Yapılan birçok çalışma; finansal liberalizasyon ile bankacılık krizini de kapsayan finansal krizler arasında nedensellik ilişkisinin olduğunu ortaya koymaktadır. Demirgüç Kunt ve Detragrache (1998) göre; finansal liberalizasyon, yetersiz düzenlemenin olduğu durumda finansal sistem bünyesinde oluşan kırılganlığı arttırmaktadır. Kurumsal zayıf çevre; mikro ölçekte banka bilançolarında risk düzeyini yükselterek, bankacılık krizlerine yol açmaktadır. Weller (1999); finansal liberalizasyon sonrasında, gelişmekte olan piyasa ekonomilerinde para ve bankacılık krizi çıkma olasılığının arttığını ortaya koymaktadır. Bu eser, özellikle gelişmekte olan ülkelerde yapısal zayıflıklara dikkat çekerken, iyi tasarlanmamış finansal liberalizasyon uygulamalarının kriz oluşumunda etkili olduğunu belirtmektedir. Mehrez ve Koufman (2000) liberalizasyon sonrası dönemde bilgi setinin belirsiz olmasının bankaların aşırı risk almalarına neden olduğunu belirtirken; bankacılık krizi olasılığının şeffaf olmayan ekonomik çevrede arttığını vurgulamaktır. Bu bağlamda finansal liberalizasyonu takip eden kısa dönemde bir bankacılık krizi çıkma olasılığı hayli yüksektir.
Özellikle tasarruf açığı içinde bulunan gelişmekte olan ülkeler uluslar arası fon akımlarından daha fazla yararlanabilmek için finansal liberalizasyon uygulamaları ile finansal piyasalarında mevcut olan kuralları gevşetmeye başlamışlardır. Bu sürecin bankacılık sisteminde yansıması sistemin üzerindeki denetim ve gözetimin zayıflaması olarak ortaya çıkmıştır.
AHLAKİ RİSK VE BANKACILIK KRİZLERİ:
Bankacılık Sisteminde Düzenleme ve Denetim:
Finansal piyasaların düzenlenmesi, biçimsel olarak tanımlanmış davranış kurallarının oluşturulması olarak tanımlanmaktadır (Alparslan 2000:51). Bu davranış kurallar ilgili kurumların tarihsel gelişme sürecinde kendiliğinden oluşan kurallar bütünü olacağı gibi, kamu otoritesi tarafından belirlenmiş kurallar biçiminde de olabilir.“Dünyada genel kabul görmüş içerikleri ve şekilleri ülkeden ülkeye önemli farklılıklar gösteren iki düzenleme yaklaşımı vardır. Bunlardan birincisi doğrudan “devlet kontrolü (merit regulation)” ikincisi ise “kendi kendine düzenleme (self regulation)” dir.Birinci yaklaşımda kamu otoritesi ya da doğrudan ya da görevlendireceği bir kamu kuruluşu veya buraya bağlı bir özel kuruluş tarafından düzenlemeleri yapar ve denetimi sağlar. Diğer taraftan ikinci yaklaşımda piyasa katılımcıları kendi düzenlemelerini kendileri yaparlar ve bu faaliyetleri için kamu otoritesinin onayını almak zorunda kalmazlar” (Doğu 1996:35)
Sermaye piyasaları ve bankacılık sistemi için yapılan kamu düzenlemeleri birbirinden farklılık gösterirler. “Doğrudan finansmanda kamu düzenlemelerinin vurgusu tasarrufçusunun doğru ve yeterli malumata sahip olması iken, dolaylı finansmanda vurgu, aracı kurulun aldığı riskin sınırlandırılmasına doğru kayar. Çünkü kaynak dağıtım kararını doğrudan aracı kuruluş kendisi riskini üstlenerek gerçekleştirir (Sak 2000:59).
Finansal sistemde yer alan asimetrik bilgi sorunu daha önce de belirtildiği gibi ahlaki tehlike ve ters seçim davranışlarına neden olur. Finansal sistem içinde banka tipi aracı kurum bu sorunun sonuçlarını ortadan kaldırmak için oluşmuş olsa da sorunun üstesinden tamamen gelememektedir.
İşte bu nedenle asimetrik bilgi sorunu bankacılık sistemi bünyesinde de sistemin etkin olarak çalışmasına engel olan iki sonuç doğurur. Bunlardan birincisi tasarruf sahiplerinin bankanın risk düzeyi konusunda yeterli bilgiye sahip olmaları, tasarrufların bankalara yönelmesi hususunda engelleyici olmasıdır. İkinci sorun ise; tasarruf sahiplerinin bankaların varlık kalitesi, hakkında yeterli bilgi sahibi olmamalarının banka paniğine yol açabilmesidir (Mıshkın 2000:6). Bu nedenlerden dolayı kamu otoriteleri, bankaların aşırı risk almalarını önleyecek düzenleyici kurumlar oluştururlar. Böyle bir düzenleme davranışı ortaya çıkaran belirleyiciler şunlardır (Alparslan 2000:53):
· Muhtemel sistemik sorunlar
· Finansal kuruluşların izlenmesinde ölçek ekonomilerinden yararlanılması
· Tüketici güveninin sağlanması
· Ahlaki bozulma riskinin sınırlandırılması
· Hakların korunması ve işlem maliyetlerinin düşürülmesine yönelik tüketici talepleri
· Bankacılık sistemin etkin çalışmasını sağlayan bir güvenlik ağının oluşturulması özellikle gelişmekte olan ülkeler açısından önem arz etmektedir. Bankacılık sisteminin yeterli olarak düzenlenmediği bu ülkelerde, aşırı risk alma davranışlarına yönelen bankacılık sistemi, bankacılık krizlerinin temel nedenlerinden birini oluşturmaktadır.
Bu kurumlar içinde en önemlisi sermaye yeterliği düzenlemeleridir. Bu yolla bankaların işlevlerini sağlıklı yerine getirebilmek için sahip olmaları gereken asgari sermaye düzeyi belirlenmektedir. Sermaye yeterliliği düzenlemeleri banka ortaklarının banka yönetiminin aldığı kararları denetlemesini, zarara ortak olmalarını sağlamayı amaçlamaktadır (Sak 2000:62).
Etkin Olmayan Düzenleme ve Bankacılık Sisteminde Aşırı Risk Alma Davranışı:
Etkin olmayan düzenleme ortamında bankaların aşırı kredi riski alma davranışları, kredi piyasalarında asimetrik bilgi sorununun ortaya çıkarttığı tayınlama olgusunun incelendiği Stiglitz ve Weiss (1981) modeli çerçevesinde ele alınacaktır.İktisat alan yazınında “kredi tayınlaması (credit rationing) “ başlığı altında tartışılan konuya ilk dikkat çeken Keynes olmuştur.Keynes 1930 yılında yayınlanan A Treatise of Money adlı kitabında ,bankaların kredi faiz oranını değiştirmeden açacakları kredi miktarını oynatacaklarını ,böylelikle sınırdaki tatmin edilmemiş borçlanıcıların “ miktarında değişmeye yol açacaklarını ileri sürmüştür.Bankaların kredide talep fazlası varken geri ödemem riski nedeniyle faiz oranı yükseltemeyeceğini ilk kez Hodgman (1960) ileri sürmüştür. (Ersel 2009:20) Stiglitz ve Weiss (1981) modelinin tartışmaya katkısı konuya asimetrik bilgi sorunu çerçevesinde kuramsal bir açıklama getirmesi olmuştur .Kredi piyasalarında, bankalar kredi açacak güvenilir proje sahibi reel sektör kuruluşları ararlarken, yatırımlarının finansmanı sorununu çözmeye çalışan firmalar da kredi talep etmektedirler. Bankalar ile kredi müşterileri arasındaki asimetrik bilgi sorunu, piyasada hem arz hem de talep fazlası olması sonucunu doğurmaktadır.
Kredi faiz oranlarının yükselmesi bankanın karlılığını arttıracağı için açılan kredi miktarı artacaktır. Ancak kredi faiz oranlarının belirli bir eşiği aşması; kredi piyasalarında yüksek getirili buna karşın riskli projelerin kredi talebinde bulunmasında neden olacaktır. Piyasalardaki riskli projelerin payı risk düzeyi düşük projelere göre artacağı için, bankalar belirli bir faiz oranından sonra kredi vermek hususunda isteksiz davranacaktır. Sonuç olarak bankaların getirilerini maksimum kılan ve bir optimal faiz oranı bulunmaktadır. Bu oran aşıldığında bankaların beklenen getirileri de azalacaktır.
Asimetrik bilgi sorunu faiz oranlarının artışına bağlı olarak kredi piyasalarında iki etkide bulunmaktadır.
1. Ters seçim etkisi
2. Teşvik etkisi
Ters seçim etkisi sonucu, yükselen faiz oranları ile birlikte aldıkları kredileri geri ödeme olasılığı yüksek projeler kredi piyasalarından çekilmektedirler. Teşvik etkisi sonucu ise, yükselen faiz oranları nedeniyle ancak riskli ve yüksek getirili projeler kredi talep etmektedir. Çünkü yüksek faiz oranı ödemeye ancak yüksek riskli bir proje sahibi müşteri razı olacaktır. Proje başarılı olursa; faiz maliyetinden yüksek bir gelir elde edecek, proje başarısız olursa kaybı krediye karşı gösterdiği teminattan ibaret olacaktır.Asimetrik bilgi sorunu nedeniyle, kredi piyasalarında optimal faiz oranı (r*) düzeyinde, kredi arzı (Ls) ile kredi talebi (Ld) dengede değildir. Kredi piyasasında Z kadar talep fazlası vardır. Kredi arzı, faiz oranının artan fonksiyonudur, ancak optimal faiz oranın aşılması durumunda, kredilerin geri ödenmeme riski artacağı için bankanın getirisi azalacaktır, bu nedenle optimal faiz oranının sağ tarafında kredi arzı, faiz oranın azalan bir fonksiyonu haline gelmektedir. Grafiğin 2. bölümü faiz oranı ile bankanın beklenen getirisi arasındaki ilişkiyi göstermektedir, optimal faiz oranında bankanın beklenen getirisi en yüksek düzeydedir.
Piyasada arz ve talep dengesinin sağlandığı faiz oranı rm dir. Bu faiz oranında bankanın kredi portföylündeki risk düzeyi yükseleceği için bankanın beklenen getirisi azalmaktadır. Banka getirisindeki azalmaya bağlı olarak optimal faiz oranını aşan faiz oranlarında kredi arzını azaltacaktır. Makroekonomik istikrar ve etkin bir düzenlemenin olduğu bankacılık sisteminde asimetrik bilgi sorunu kredi hacminin azalmasına neden olarak, kredi tayınlaması gündeme getirmektedir. Düzenleme ve denetim yetersizliklerinin olduğu bir sistemde, banka davranışı modelin sağladığı analitik araçlar kullanılarak şu şekilde çözümlenebilir:
Makroekonomik istikrarsızlığın varlığı varsayımı altında bankacılık sistemi aşırı risk alma davranışlarını engelleyecek biçimde etkin düzenleniyor ve denetleniyorsa; bankalar ekonomik istikrarsızlığın yatırımlar üzerindeki olumsuz etkilerini dikkate alarak riskten kaçınan bir fon aktarım davranışı içine gireceklerdir.
İstikrarsızlık nedeniyle denetim otoriteleri tarafından ihtiyati karşılık oranlarının yüksek tutulması, bankaların beklenen kârını azaltacaktır. Bankaların buna tepkisi ise kredi faiz oranlarını daha fazla düşürmek ve kredi tayınlama miktarını daha çok arttırmak yönünde olacaktır. Bu durum bankacılık sisteminde etkin düzenlemenin olduğu ülkelerde gözlenmektedir (Binay ve Kunter 1998:5).
Makroekonomik istikrarsızlık varsayımı altında; etkin olmayan düzenlemenin olduğu bir bankacılık siteminde ahlaki tehlike sorunu ağırlaşacaktır. İstikrarsızlık ortamında, bankanın kredi açtığı projenin başarısı durumunda kâr bankaya kalacaktır, zarar durumunda ise hükümetin bu zararı karşılaması beklenecektir. Böyle bir durumda banka riskli kredilere yönelecektir (Binay ve Kunter 1998:7). Bankaların yüksek faiz oranında riskli projeleri finanse etmesi, bankaların aşırı risk almasına neden olacaktır. Bu davranış sonucu sistem genelinde risk düzeyi yükselecektir. Bankanın beklenen getirisini temsil eden R eğrisi faiz oranı etkisinden aşağıya doğru kayacaktır (Yılmaz 2001:60).Stiglitz ve Weiss, eksik bilgi varsayımı altında kredi tayınlama modelinin analitik araçlarını kullanarak ortaya konulduğu gibi yükselen faiz oranları, etkin olmayan bankacılık düzenleme ortamında kredi risk düzeyinin yükselmesine yol açar, bankaların aktif kalitelerini bozacaktır. Kredi portföyleri aşırı riskli hale gelen bankalar sistemik bankacılık krizinin habercisi olacaklardır.
SONUÇ:
Banka firması finansal sistem içerisinde fon arz edenler ile fon talep edenleri kendi bünyesinde oluşturduğu bir bilanço vasıtası ile bir araya getirmektedir. Banklar aracılı faaliyetlerinde fon arz edenlerle mevduat, fon talep edenlerle ise kredi sözleşmesi gerçekleştirmektedirler. Bu aracılık sürecinde bilançonun aktifi ile pasifindeki varlıkların vade yapısı, niteliği, gibi farklılıklar banka bilançolarında risklerin birikmesine neden olmaktadırlar.Bankacılık faaliyetinde sürdürülebilirliğinin şartı banka bilançosunda oluşan riskin doğru şekilde yönetimi sorunu haline gelmektedir.Tam bu noktada da bankacılık sisteminin denetimi ve gözetimi meselesi gündeme gelmektedir.Kendi haline bırakıldıklarında daha fazla kar elde etmek isteyen bankalar aşrı risk alma davranışına girerek sistemin işleyişini bozacak iflas dalgalarına neden olabilirler.Finansal sistemin düzgün ve etkin çalışabilmesi için sistemin kurallara dayanan bir denetim altında tutulması gerektiği kabul edilmektedir.Bu nedenle özellikle gelişmekte olan ülkelerin uluslar arası fon akımlarından daha fazla pay alabilmek için finansal liberalizasyon uygulamalarına başladığı 1980’li yıllarda bankacılık sistemlerindeki denetim ve gözetim faaliyetleri ülkeye gelen fonların ürkütülmemesi bahanesi ile gevşetilmeye başlanmıştır. tetiklenmesine neden olabilmektedirler.
1970’lerin başındaki dünya ölçeğindeki kriz sonucu yıkılan Bretton Woods sistemi sonrası dönemde uluslararası finansal sistemin istikrarı bir daha geri gelmemek üzere kaybolmuştur. Sanayileşmiş ülkelerdeki getirilerin azalmasıyla birlikte, daha yüksek getiri olanaklarına sahip gelişmekte olan ülkelere teknolojinin getirdiği olanaklardan sonuna dek yararlanan muazzam bir sermaye akışı gerçekleşmiştir. Finansal küreselleşmenin temel belirleyici unsuru olan bu gelişme, ödemeler bilançosu krizi ile borç krizi batağına saplanmış, iktisadi kalkınma sürecinin tarihsel sınırlarına ulaşmış, gelişmekte olan ülkeler için bir çıkış umudu olmuştur. Teorik arka planını Mc Kinnon ve Shaw’un ortak olarak geliştirdiği önermeler bütünden alan finansal liberalizasyon; tasarruf ve yatırım etkinliği sağlayarak iktisadi büyüme, borç ödeme ve ithalat kapasitesi artışına dönüşecek yatırım hızlanmasına yol açacağı beklentisi ile çoğunlukla bir istikrar programının yan unsuru olarak gelişmekte olan ülkelerin tümünde teker teker uygulamaya konulmuştur.
Finansal liberalizasyon sonrası dönemde ülke içindeki faiz oranları artamaya başlamakta ve gözetim ve denetim faaliyetlerinin yetersiz olması nedeniyle bankacılık sektöründe firma düzeyinde bazı ahlaki risk sorunları meydana gelmeye başlamaktadır. Hep iddia edildiği gibi ,eğer finansal liberalizasyon bankacılık sistemi üzerinde yeterli denetim sağlanmadan gerçekleştirilirse finansal aracılar aşırı risk üstlenirler ve süreç sonuçta bir krizle sonuçlanacaktır.Bu çalışmada bankaların aşırı risk üstlenme davranışları “Stiglitz ve Weiss (1981) ‘de geliştirilen ve asimetrik bilgi sorunlarının bankacılık sistemi üzerinde ortaya çıkaracağı sorunlara odaklanan modelinin sunduğu teorik çerçeve içinde analiz edilmektedir.Faizlerin yükseldiği ortamda asimetrik bilginin veri olduğu koşullarda bankalar giderek daha fazla riski projeler kaynak aktararak aşırı risk üstlenme davranışına girebilmektedirler.Bu durumda denetim ve gözetimin yetersiz olduğu ortamda risk alma davranışı sistematik bir hale birikmekte ve kırılganlaşan banka bilançoları herhangi bir makroekonomik şok karşısında sistemi saracak krizlere dönüşecek bireysel banka iflaslarının nedeni olmaktadır.



KAYNAKLAR:

Ağaoğlu Abdülgaffar (ty) “Türk Bankacılık Sisteminde Değer Mühendisliği Açısından Risk Uyarı ve Kalite Yönetimi” Active Finans Bankacılık Makaleleri C:V, İstanbul.

Akerlof, George (1970) “The Market For Lemons Quality, Uncertainty And, The Market Mechanism” The Quarterly Journal of Economics ,84, pp:488-500.

Alıç, Ali (1991) “Finansal Sistem ve İşleyişi” Maliye Yazıları 32, (Eylül-Ekim,) ss:61-80.

Alpaslan, Melike (2000) Bankacılık Sistemlerindeki Düzenleyici Rejim ve Temel İlkeleri” Bankacılık Dergisi, 34, ss:49-64.

Altan, Mikail (2001) Fonksiyonlar ve İşlemler Açısından Bankacılık, Beta Yay. İstanbul.

Caprio, G.-D. Klingebiel (1999) “Episodes of Systemic And Borderline Financial Crises” WORLDBANK (teksir).

Coase, Ronald.H. (1937), “The Nature Of The Firm”, Economica, . 4. 386-405.

Coşkun Yener (2008) Bankaların Öz Disiplin Süreçlerinin Etkinliğinin Değerlendirilmesi SPK Yay. Ankara

Çelebican, Gürgan (1984) Bankalarda Sermaye Yeterliliği Sorunu, TBB Yay. , Ankara

Delikanlı, İhsan (ty) “Döviz Kuru Riski ve Sermaye Yeterliliği” Active Finans ve Bankacılık Makaleleri, c:III, İstanbul
Demirgüç, Kunt A.-E. Detragiache (1997) “The Determinants of Banking Crises” Policy Research Working Paper No:1828, IMF.

Demirgüç, Kunt A.-E. Detragiache (1998) “Financial Liberalizaton and Financial Fragility” Policy Research Working Paper No:1975, Worldbank

Demirgüç, Kunt A.-E. Detragiache (2000) “Does Deposit İnsuarance İncrease Banking System Stability” IMF Working Paper.

Demirgüç Kunt-Detragiache-Gupta (2000) “İnside the Crises: An Emprical Analysis of Banking Systems In Distress” IMF Working Paper No:156.

Diamond, D.-P. Dybving (1983) “Bank Runs, Deposit Insurance and Lıquidity” Journal of Political Economy, :93 ( 3), s:401-419.

Doğu, Murat (1996) Gelişen Hisse Senedi Piyasaları ve Türkiye, SPK Yay., Ankara.
Erdönmez, Ataman Pelin (2001) “Sistemik Banka Yeniden Yapılandırılması Teorik Yaklaşım” (teksir) TBB, İstanbul
Ersel Hasan (2009) “Bankaların Bilgilendirme İşlevi Işığında Banka İktisatçısı” iç: Kumcu E.(ed) Krizler Para ve İktisatçılar, Remzi Kit,İstanbul

Ersel Hasan Güven Sak (1996) “Düzenleme ve İktisat Kuramı” (iç) İsmail Türk’e Armağan, SPK Yay. Ankara.
Ersel, Hasan (1999) “Managing Financial Liberalization in Turkey: Consistent Banking Regulation” (teksir) Yapı ve Kredi Bankası, İstanbul.

Flood, R.-P. Garber (1981) “A Systematic Banking Collopse in a Perfect Foresıght World” NBER Working Paper No:691.

Freixax X. J. Rochet (1997) Microeconomics of Banking, The MIT Press, England

Gökçe, Ali (1999) “Faaliyet Riski Yönetimi” Lira Dergisi sy:11, Temmuz s:26-28.

Goldstein, M.-P. Turner (1999) Yükselen Ekonomilerde Bankacılık Krizleri (Çev: A.İ. Karacan), Dünya Yay., İstanbul.

Guerrien, Bernard (1991) Neoklasik İktisat (Çev: E. Tokdemir) İletişim Yay., İstanbul

Hayek, Friedrich (1945) “The Use of Knowledge in Society” American Economic Review, 35 (September) pp:519-530.

Karabulut, Gökhan (2002) Gelişmekte Olan Ülkelerde Finansal Krizlerin Nedenleri, Der Yay., İstanbul.

Karacan, Ali İhsan (2002) “Türk Bankacılık Sisteminin Temel Sorunları ve Bankacılık Sektörünün Yeniden Yapılandırılması” İktisat İşletme Finans Dergisi, Mart s:32-40.

Kaminsky, G.-C. Reinhart (1999) “The Twin Crises: The Cause of Banking and Balance of Payment Problems” American Economic Review, 89(3) pp:473-500.

Kaval, Hasan (2000) Bankalarda Risk Yönetimi, Yaklaşım Yay., Ankara

Kibritçioğlu, Aykut (2002) “Excessive Risk-Turking Banking Sector Fragility and Banking Crises” Working Paper No: 02-0114, Unv. Of İlinois

Koufman D.-G. Mehrez (2000) “Transparency, Liberalization and Banking Crises” (teksir) WORLDBANK

Köylüoğlu, Uğur (2001) “Risk Yönetimi, Zaman Geçmeden Neden, Nasıl? “ Active Finans ve Bankacılık Dergisi,17, (Mart-Nisan) , ss:80-88.

Mıshkın, Fredric (2000) “Prudential Supervision Why is it İmportant and What Are to Issuses” NBER Working Paper, No:7226

Parasız, İlker (1999) Modern Ansiklopedik Ekonomi Sözlüğü, Ezgi Yay. Bursa

Rochet, Jean-Charles,(2003) "Why are there so many Banking Crises?", CESifo Economic Studies, vol. 49(2) p. 141-156
Stiglitz J.-A. Weiss (1981) “Credit Rationing and İmperforct İnformation” American Economic Rreview 71 June s:393-410.
Sak, Güven (2000) “Mali Sistem ve Rekabet” Perşembe Konferansları, c:98, Haziran, Rekabet Kurumu, Ankara.
Sarıkamış, Cevat (2000) Sermaye Pazarları, Alfa Yay. , İstanbul
Sayers R. (1960) Modern Banking Oxford, England

Sungur, Turgut (1999) Bankacılar için Banka Tekniği, Bank. Tic. H. Ens. Yay. , Ankara.

Tezel, Nuri (2000) “Bankacılık Risk Alma İşidir. O Zaman Risk Yönetimine Artan Önemle Yaklaşım Nedenedir”, Active Finanse ve Bankacılık Makaleleri, c:IV, İstanbul

Wyplosz, Charles (2001) “How Risky İs Financial Liberalization in the Developing Countries? 624 Discussion Paper No:14, UNCTAD.

Yılmaz, Rasim (2001) “Bankacılık Krizleri Makroekonomik İstikrar ve Ahlaki Tehlike” İktisat İşletme Finans Dergisi, Mart ss:52-61

Yılmaz, Ensar (2001) “Mevduat Sigortası Ahlaki Risk Eğilimi” ODTÜ Gelişme Dergisi, 28 (1-2) ss:219-234.

Yılmaz Feridun (2002) “Güç İlişkileri ve Firma Teorisi”, ” A Ü SBF Dergisi, 57: 1, ss:157-176

18 Temmuz 2010 Pazar

NEO LİBERALİZM VE IMFSİZLİK İRONİSİ:CHP nin YENİ SÖYLEMİNE GİRİŞ

Temelleri 1980’li yıllarda atılan Neo Liberal Rejim 1990’lı yıllarla birlikte yaygın etkisini dünya ölçeğinde göstermeye başlamıştır. Günümüz küresel krizinin temel nedeni olarak kabul edilen ve neoliberal dönemin başat görüngüsü olan finansallaşma, ulusal ve uluslar arası ekonomide finansal motiflerin, finansal piyasaların, finansal aktör ve kurumların rolünün giderek artması olarak tanımlanabilir. Bu finansallaşma olgusunu ortaya çıkartan finansal liberalizasyon sürecinde, birçok gelişmiş ve gelişmekte olan ülke finansal sistemlerini düzenleyici faaliyetlerden vazgeçme yoluna gitmişlerdir. Finansal liberalizasyonun özellikle gelişmekte olan ülkelerde yetersiz düzenleme faaliyetlerine bağlı olarak aşırı risk üstlenen finansal piyasaların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Finansal liberalizasyon sonrası dönmede özellikle sermaye giriş çıkışlarının serbest bırakılmasına bağlı olarak birçok ülkede “genişleme-daralma çevrimlerinin” eşlik ettiği finansal krizler gözlenmiştir. Liberalizasyon uygulamalarına bağlı olarak para ve bankacılık krizlerinin birlikte ortaya çıktığı ikiz krizlerin görülme sıklıkları artmıştır. Bu finansallaşma dalgası içinde bulunduğumuz finansal kriz ortamında sona doğru yaklaşmaktadır. Bu finansallaşma döneminde finansal spekülasyon ve borçlanma yoluyla yapısal durgunluğun üstesinden gelebilmek için kısmı talep genişlemeleri yaratılır. Bu talep genişlemesi dalgaları sürdürülebilir bir büyüme tesis edemediği için sorunlar ortaya çıkarır. Türkiye ekonomisi dünya konjonktürü ile uyumlu büyüme patikasında krizin etkisiyle uzaklaşmaya başlamıştır. Ekonomik yapı farklı hükümetler döneminde tek bir paradigma inde yönetilmiş ekonomide söz sahibi kurum değişmez biçimde IMF olmuştur .IMF’nin “stand-by” anlaşmaları ile dayattığı ekonomi yönetim paradigması Türkiye ekonomi politika yapıcıları tarafından o kadar içselleştirilmiştir ki IMF ile anlaşmıyoruz söylemi halkı kandırmaya yönelik ucuz bir yalan olmanın ötesinde bir anlam taşımamaktadır. Sözde IMF siz günlerin arkasında yatan üç temel neden vardır. (Boratav,2010)
1.Hükümetin benimseyip yayımladığı “Orta Vadeli Program”, aslında, “eksik bir IMF programı”dır. Bu program, 2009–2012 arasında, kamu maliyesinde milli gelirin yüzde 3.4’ü oranında daralma (giderlerde kısılma, vergilerde artış) öngörüyor. Bu, bunalım ve işsizlik ortamında, ekonomiyi en azından durgunluğa sürükleyen fiili bir IMF programıdır. “İşgücü piyasalarını esnekleştirme” türünden neoliberal “yapısal reform” öğeleri de programda yer alıyor
2.Kasım 2009’dan bu yana, Türkiye ekonomisine dış dünyadan net sermaye girişi başlamış; ne kadar süreceği belli olmamasına rağmen bu olgu, âcil dış finansman gereksinimini hafifletmiştir.
3.AKP’nin elini-kolunu bağlayacak kimi IMF taleplerinden kaynaklanıyor ve vergi idaresinin özerkleştirilmesi ve belediyelere aktarılacak kaynaklarda kısıtlanma gibi bir seçim konjonktüründe kabulü güç öğelerden oluşmaktadır.
IMF neo liberal rejimim sadık uygulayıcısı bir kurum olarak Türkiye tarihinin en neo liberal partisi AKP nin danışıklı dövüş biçiminde gelişen restine bıyık altından gülümsemek dışında açık bir tepki vermemiştir. Özellikle sanayi kesimi ucuz işgücü artan verimlilik, ucuz ithal girdi politikasından nasiplenerek krize ayak uydurmaya çalışırken tarım ve tarım dışı kesimde artan işsizlik kitlelerin hızla yoksullaşmasına neden olmuştur.
Türkiye krizi aşmak bir tarafa krizin derinleşmesine bağlı olarak mevcut üretim kapasitesini ithalata bağımlı ve mülkiyetin yabancılara geçtiği bir yapıya dönüştürmüştür.Sanayisizleşme olgusu; istihdamı daraltarak ekonomide işsizliğin sürekli artmasına neden olmaktadır. Bu nedenle derinleşen ekonomik kriz bir siyasal krize hızla dönüşmekte ve totaliter bir rejim inşası medya taşeronları sayesinde demokratikleşme aldatmacası altında yoksulluk içinde dünyevi olmaktan giderek uzaklaşan örgütsüz kitlelere dayatılmaktadır. Bu bağlamda cumhuriyeti tasfiye etmekte olan bu siyasal krizin aşılması "yeni sanayi politikaları ile desteklenen teknoloji üretebilen ve yeniden sanayileşen bir üretim ekonomisi" kurmakla mümkün olacaktır.IMF siz bir ekonomi kisvesi altında IMF aklını tüm yaşamsal süreçlere hakim kılan mevcut iktidarın ekonomik politikalarının eleştirisi “IMFsizleştirmenin” bilinçli bir politika çerçevesinde tasarlanarak kitlelerin önüne bir seçenek olarak konulması ve bunu kitlelere anlatabilecek yeni bir siyaset dilinin oluşturulması ile mümkün olacaktır.
CHP yeni söylemi ile bu dilin oluşmasına yönelik olumlu bir başlangıç yapmakla ve "üretim ekonomisinin "önemini vurgulayan bir ekonomi politika dili geliştirmeye başlamakla birlikte bu sürecn sınıfsal temelli çelişkili yapısını yönetebilecek mekanızma ve kurumları oluşturma konusunda henüz yetersiz görülmektedir.

Kaynaklar:
Boratav K (2010) “IMF-Türkiye: Kısa Bir Panorama” 14.03.2010 http://haber.sol.org.tr/yazarlar/korkut-boratav/imf-turkiye-kisa-bir-panorama-25286

Kapitalist Gelişmenin Uzun Dalgalar Teorisi ve Schumpeter:

Kapitalist Gelişmenin Uzun Dalgalar Teorisi ve Schumpeter:
1970’li yollarda savaş sonrası genişleme döneminin sona ermesine bağlı olarak yaşanan durgunluk ve kriz ortamında kapitalist gelişmeyi genişleyen ve daralan uzun dalgalara dayanarak açıklamaya çalışan teoriler giderek daha fazla iktisatçının ilgisini çekmeye başlamıştır. İş çevrimleri denen kısa süreli dalgalanmalardan farklı olarak, uzun dalgalar olarak tanımlanan kapitalist ekonominin gelişme dinamikleri giderek artan bir araştırma sahası haline gelmiştir.Bu farklı çalışmaların vardığı temel sonuç göre kapitalizmde ekonomik gelişme, birbiri ardınca gelen büyük dalgalar halinde oluşmakta ve bu dalgalardan her birinin etki ve sonuçları, bütün bir dönem içerisinde yayılarak zaman içinde yerini bir sonraki ilerleme dalgasına bırakmaktadır .Ekonominin uzun dönemli dalgalanmalar ile inişli-çıkışlı bir seyir izlediğini ve iyileşme, refah, daralma ve kriz aşamalarından oluşan bir dalganın 40-50 yıllık bir ömrü olduğunu ileri süren konjonktür teorileri, ilk kez N.D.Kondratieff’in 1919’da yayımladığı “Ekonomik Hayatta Uzun Dalgalar” adlı makalesinde ortaya konmuştur (O'Hara, 1994). Bu uzun dönemli dalgalanmaların iyileşme, refah, daralma ve kriz olarak dört ana dönemden oluştuğu düşünülebilir. Schumpeter’e göre bu uzun dalgaları açıklayan temel faktör belirli tarihsel dönemlerde belirli sektörlerde yoğunlaşan radikal inovasyonlardır.
Schumpeter neoklasik kararlı durağan durum denge yaklaşımının tersine, kapitalist sistemi denge dışı bir evrimsel süreç çerçevesinde incelemiştir. Schumpeter’in bu değişim dinamiğinin temelinde kapitalist gelişmeye içsel olan inovasyon vardır. İnovasyon mevcut kaynakların yeni bileşimler olarak sunulması biçiminde tanımlanmaktadır. (Schumpeter, 1934: 66) Ekonomik değişmenin kaynağı olan beş temel inovasyon biçimi vardır.

Yeni tüketim maddeleri: Ürün inovasyonu olarak nitelendirilen yeni ürünlerin geliştirilmesi.
Yeni üretim metotları: Süreç inovasyonu olarak nitelendirilen üretimde yeni tekniklerin kullanılması.
Yeni pazarlar: Yeni pazarların veya yeni pazarlama olanaklarının gelişmesi.
Yeni hammadde kaynakları. : Yeni kaynakların kullanıma girmesi.
Yeni endüstriyel örgütlenmeler: Örgütsel inovasyon olarak nitelendirilen, iş yapma biçimindeki değişmeler.
İnovasyonları gerçekleştirenler girişimcilerdir. Girişimci, yeni ürünler peşinde koşan, firmanın yönetiminde yeni arayışlar içinde olan, yeni piyasalar keşfeden bir kişidir. Girişimcinin rolü, bir buluşu ya da genel olarak hiç kullanılmamış bir teknik olanağı kullanarak üretim sistemini yenilemesi ve düzeltmesidir.(Schumpeter, 1942:202) Schumpeter’in girişimcileri belirli bir sınıftan gelmezler onlar yetenekli bir azınlığı oluştururlar .(Heilbroner, 2003: 266) Bu elit insan tipi kendi içinde de yetenek farklılıkları gösterir. Teknolojik gelişimi sağlayan ajanların içinde farklılaşması teknolojik çeşitliliğin ve evrimci gelişimin motorunu oluşturmaktadır. Girişimciyi harekete geçiren güdü ise kardır. Kar inovasyon yapmanın getirisidir ve girişimciler tarafından elde edilir. İnovasyonun ortaya çıkmasında banka kredisi merkezi bir rol oynar. Yaratıcı girişimcinin yanında risk üstlenici banker de ekonomik gelişmenin en önemli öğesidir.(Hanusch ve Pyka, 2007: 282) Girişimci ile banker arasında kopmaz bir birliktelik vardır. Schumpeter’e göre kapitalist bir ekonominin içsel değişim dinamikleri inovasyon (neden) , girişimci (özne) ve banka kredisi (araç) olmaktadır.(Gürkan, 2007:254).Schumpeter kapitalist ekonomiyi, bitmek bilmeyen bir “yaratıcı yıkım” süreci olarak tanımlamaktadır. Kapitalist sistemdeki her firma yeni bir tasarım, maliyet azaltıcı çaba, yeni bir ürün, yeni girdilerin bulunması, yeni üretim yöntemlerinin geliştirilmesi yollarıyla piyasa payını artırmaya ve hâkim konuma geçmeye çalışır. Ancak her yaratıcılık, kendisinden önceki tekelci gücü de yıkmaktadır. Bu yaratıcı yıkım dalgaları kapitalist ekonominin uzun dönemli gelişiminin temel dinamiğini oluşturmaktadır.Kapitaliste gelişmedeki iniş ve yükselme trendi izleyen uzun dalgalanmaların ardında yatan temel neden inovasyon kümelenmelerine bağlı olarak,kar oranlarının ve yatırım olanaklarının son derece yüksek olduğu yeni sektörler ortay çıkarken ,mevcut olgun teknolojilere dayanan sektörlerin karlılık oranlarını yitirmelerine bağlı olarak ortadan kaybolmalarıdır.

Neo-Schumpeterci Teknoekonomik Paradigma Yaklaşımı:
Neo Schumpeterci yaklaşım kapitalist gelişmenin uzun dalgalarını Kuhn tarafından geliştirilen bilimsel ilerleme modeli çerçevesinde açıklamaktadır. Kuhn göre, normal bilim dönemi olarak adlandırılan istikrar dönemini, bir kriz dönemi kesintiye uğratır ve bu kriz dönemi bilimsel devrimin ortaya çıkmasına neden olara yeni bir normal bilim döneminin açılmasına olana tanır. Mevcut bilimsel paradigma, bilim adamları tarafından paylaşılan kurallar, standartları ve bilimsel araştırma yöntemlerini tanımlar ve araştırma geleneğinin sürdürülmesi için bir uzlaşma ortamı yaratır. Neo-Schumpeterci teori, ya da teknoekonomik paradigma yaklaşımı Kondratiev’in uzun dalgalar teorisini, Schumpeter’in ekonomik gelişme teorisi ile birleştiren ve kapitalist gelişme sürecinde teknolojik değişime ağırlık veren bir teoridir (Taymaz 1993: 14) . Schumpetere göre her uzun dalga bir yandan o dönemdeki teknolojik yenilik farklılıklarından ve bir yandan da savaşlar, altın madenlerinin keşfi ya da kıtlık gibi tarihi olayların farklılığından dolayı benzersizdir. Ancak bu uzun dönemli dalgalanmaların açıklanmasında en önemli öğe kapitalist büyümenin motoru, girişimci karlarının kaynağı inovasyonlardır(Freeman ve Soete 2003:22). “Teknoekonomik paradigma ifadesi, anlam olarak, teknik açıdan gerçekleştirilebilir bir dizi yenilik arasından ekonomik seçim yapma sürecini içerir. Gerçekte yeni bir paradigmanın belirgin hale gelmesi nispeten uzun bir zaman(birkaç on yıl) alır; bunun bütün sisteme yayılmasıysa daha uzun sürer. Bu yayılım, teknolojik, ekonomik ve siyasi güçler arasında, kurumsal yeniliklerin (ya da kurumsal yenilenmelerin) son derece önem kazandığı karmaşık bir etkileşim sürecini içerir” (Freeman 1990:3).Teknoekonomik paradigma değişmelerinin anlaşılmasında temel çözümleme düzeyi Schumpeter’in de vurguladığı inovasyonlar olmaktadır. Teknolojik sistemlerindeki inovasyonlardan kaynaklanan bazı değişmeler, yarattıkları sonuçlar bakımından o denli uzun erimlidirler ki, bunların, bütün ekonominin işleyişi üzerinde büyük etkileri olur. Bu değişimler Schumpeter’ in “ekonomik gelişmede uzun çevrimler” kuramının ana eksenini oluşturan “yaratıcı yıkım fırtınaları” (creative gales of destruction) olarak adlandırdığı olguyu oluşturur. Bu yaratıcı yıkım fırtınalarının arkasında yatan temel güç belli tarihsel dönmede yoğunlaşan inovasyonlardır. İnovasyonlar dört başlık altında ele alınmaktadır.(Freeman ve Perez 1988:45-47)
1. Artımsal (incremental) İnovasyonlar: Sanayi ve hizmetlerde görülen endüstriler arasında, ülkeden ülkeye farklı oranlarda gerçekleşen az çok süreklilik arz eden küçük teknolojik değişikliklerdir. Ar-Ge çalışmalarının sonucu değil daha çok, yaparak öğrenme süreçleri, üretim sürecine katılan mühendislik faaliyetlerinin iyileşmesine bağlı olarak orta çıkan ya da kullanıcıların önerileri ve etkileri ile oluşan inovasyonlardır. .
2. Radikal İnovasyonlar: Ar-Ge faaliyetlerinin sonucu ortaya çıkan, sürekli bir nitelik göstermeyen, sektörler arasında eşitsiz olarak gerçekleşen önemli ve etkili teknolojik değişmelerdir. Radikal inovasyonlar örneğin naylon gibi, önemli yapısal değişmeler yaratsalar da ekonominin bütünü üzerindeki etkileri göreli olarak küçük ve yerel olmaktadır
3. Teknolojik Sistem Değişmeleri: Ekonomideki farklı sektörleri etkileyen yeni sektörlerin oluşmasına neden olan köklü teknolojik değişmelerdir. Bir ya da birkaç firmadan fazlasını etkileyen örgütsel inovasyonları da kapsayacak biçimde radikal ve artımsal inovasyonların birleşiminden kaynaklanır. Sentetik madde inovasyonları, petrokimya inovasyonları, içten yanmalı motor inovasyonları bu tür değişimlere örnek olarak verilebilir.
4. Teknoekonomik Paradigma Değişmeleri: (Teknolojik Devrimler): Bazı teknolojik sistem değişmeleri ekonominin bütün davranışı üzerinde büyük etkilerde bulunur. Bu tür değişmeler radikal ve artımsal inovasyonların kümelenmesi ve bunun sonucu olarak birçok teknolojik sistemin birlikte ortaya çıkmasıyla meydana gelirler. Teknolojik devrimlerin karakteristik özelliği yalnızca bazı ürün, hizmet ya da sektörler üzerinde değil ekonominin tüm branşları üzerindeki yaygın etkisidir.
Teknolojik devrimler; ya da yaratıcı yıkım fırtınaları sosyal yapı üzerinde de önemli değişmeler meydana getirirler. Bu değişmelerin ekonominin bütününe yayılması için üretimin örgütlenme tarzında da köklü dönüşümler gerçekleşmelidir.” Böylesi teknolojik devrimler, hem eski hem de yeni ürünler için hızla değişen üretim işlevlerinin ortaya çıkmasına neden olur. Emek ya da sermayede ne kadar tasarruf sağlanacağı başta tam olarak kestirilemez; ama ürün ve üretim yöntemi tasarımlarında yeni teknolojinin uygulanmasıyla elde edilen genel ekonomik ve teknik yarar gittikçe artarak iyice görünür hale gelir ve giderek uygulamada, yeni pratik kurallar yerleşir.
Paradigmadaki böylesi değişimler potansiyel üretkenlikte önemli bir atılım yapabilmeyi olanaklı kılar; ama başlangıçta bu atılım, yalnızca, önde gelen birkaç sektörde gerçekleşir. Başka sektörlerde, böylesi kazanımlar, genellikle, uzun vadeli örgütsel ve toplumsal değişimler olmadan gerçekleştirilemez” (Freeman 1990:4). Yeni ekonomik paradigmanın eski paradigmaya üstünlük sağlayabilmesi için yeni paradigmaya özgü bir grup anahtar girdi olarak tanımlanabilecek faktöre sahip olması gerekmektedir. Bu faktörler şu koşullara sahip olmalıdırlar (Freeman ve Perez 1988:48):
1. Düşük ve hızla azalan üretim maliyetleri;
2. Uzun dönmede sınırsız gibi gözüken arz olanakları;
3. Ekonominin bütününde,birçok ürün ve süreçte kullanım potansiyeli
Yeni teknoekonomik paradigma egemen olduktan sonra yeni bir yörünge altında gelişir. Teknolojik çeşitlilik teknolojik devrim sonucu hızla artsa da sektörler arasında yeni doğan teknolojilere dayalı olarak ortaya çıkacak üretkenlik artışının bir sınırı vardır. Yeni teknolojik paradigmanın olanakları tüketildikçe sektörler birer birer büyüme sınırına gelecek karlar düşecek ve üretkenlik artış hızı yavaşlayacaktır(Taymaz 1993:15). Mevcut paradigmanın üretkenliğini kaybetmesi ekonomiyi yeni bir paradigma arayışına itecek ve sistem yeni teknolojik bir paradigmaya geçiş yapacaktır. Neo-Schumpeterci yaklaşıma göre kapitalist gelişme süreci günümüze kadar ardışık beş Kondratieff dalgasından oluşmaktadır. Paradigma geçişleri gelişmekte olan ülkelerin endüstrileşme dinamikleri üzerinde etkilerde bulunmaktadır. Mevcut teknoekonomik paradigmanın istikrarlı olduğu dönmede başat teknolojik yapı ile uyumlu kurumsal yapılanmalar sistemin gelişmesine katkı sağlayacaktır.
Kapitalist gelişmenin mevcut teknoekonomik paradigma içinde olgunlaşan teknolojiye bağlı olarak durağanlaşması kar oranlarını düşürerek uzun dalganın gerileme patikasına girmesine neden olur. Bu gerileme evresinde ekonomide yaşanan durgunluk eğiliminden kurtulmak amacı ile finansallaşma bir tarihsel uğrak olarak ortaya çıkar. Bu finansallaşma döneminde finansal spekülasyon ve borçlanma yoluyla yapısal durgunluğun üstesinden gelebilmek için kısmı talep genişlemeleri yaratılır. Bu talep genişlemesi dalgaları sürdürülebilir bir büyüme tesis edemediği için sorunlar ortaya çıkarır. Bu sorunlar yüksek işsizlik, eksik istihdam sık sık yaşanan resesyonlara, borsa çöküşlerine enflasyon ve deflâsyona kadar uzanır. Krizin derinleşmesi yeni bir yükseliş dalgasının başlangıcı için teknolojik sistemin dönüşümünü sağlayacaktır